İSTANBUL YEREBATAN SARNICI


Aç gözlü vahşi kapitalistlerin dünyada bir eşi daha bulunmayan İstanbul’u nasıl cehenneme çevirdiğini görerek yaşadığımız günlerde zamanlaması doğru bir filmdi Dan Brown’un aynı adlı romanından uyarlanan ‘’Cehennem’’. 

Floransa’da başlayan Cehennem filmi, Venedik’te devam ediyor ve İstanbul Yerebatan Sarnıcı’nda bitiyordu. Yerebatan Sarnıcı filmdeki gizemli bir şifrenin çözüldüğü yerdi. Tüm dünyanın izlediği bir Hollywood yapımında İstanbul’u görmek büyük keyifti.


İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak üzere planlanan Yerebatan Sarnıcı, Doğu Roma İmparatorluğu’nun en parlak dönemi olan 6. yüzyılda, İmparator Justinaus tarafından yaptırılmıştır. Uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre olan sarnıcın toplam alanı 9 800 m2 dir.

Sarnıçta 12 sıra halinde ve her sırada 28 sütun olmak üzere 336 mermer sütun bulunmaktadır. Birbirinden 4,90 metre aralıklarla yerleştirilmiş olan sütunların her birinin yüksekliği 9 metredir. Sütun başlıkları çoğunlukla yukarıya doğru genişleyen sepet şeklindeki Korint ya da İyon karışımıdır. Sayısı az olmakla birlikte, işlenmemiş dorik üslupta sütunlar da bulunmaktadır.

Duvarlarının kalınlığı 4 metre olup, pişmiş tuğla ile örülmüştür. Tuğlaların üzeri de su geçirmez özelliği olan ve Horasan adıyla bilinen bir harçla sıvanmıştır.  

İtalyan romancı, öykü yazarı ve şair Edmondo De Amicis İstanbul ve Türkiye gezilerini, 1874 yılında Türkçeye çevrilen 2 ciltlik Konstantinopolis adlı eserinde anlatmıştır. Bu eserlerinden birinde;

“Bir Müslüman evinin avlusuna giriyor, karanlık ve rutubetli bir merdivenin son basamağına kadar iniyor ve kendimi İstanbul halkına göre nasıl bittiği bilinmeyen Bizans’ın büyük Bazilika Sarnıcı’nın kubbeleri altında buluyorum


Sarnıcın inşaatında 7.000 köle çalışmış ve 38 yılda bitmiş. Bir söylentiye göre, sütunlar üzerindeki gözyaşları sarnıç inşasında ölen yüzlerce köleyi anlatırmış. Sarnıcı’nın suyu, İmparator Justinaus tarafından, kentin 19 km uzağında bulunan Belgrat Ormanlarından getirtilmiştir.

Bizans döneminde imparatorların ikamet ettiği büyük sarayın ve bölgedeki diğer sakinlerin su ihtiyacını karşılamıştır. İstanbul'un 1453'teki fethinin ardından bir müddet daha kullanılarak, padişahların ikamet ettiği Topkapı Sarayı'nın bahçelerine sarnıçtan su verilmesi mümkün hale gelmiş.

Yerebatan Sarnıcı 1985 yılında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilerek, 1987 yılında da müze olarak ziyarete açılmıştır. Yerebatan Sarnıcı’nın gerçekten mükemmel bir atmosferinin olmasının yanı sıra, tarihi dokusu ziyaretçilerini hemen etkisi altına almaktadır. Sarnıçtaki su seviyesi 25 cm ve 1 m arasında değişmekteyken, içlerinde tombul balıklar bulunmaktadır.

GORGONLAR VE MEDUSA

Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa başı, Roma Çağı heykeltıraşlık sanatının şaheser örneklerindendir. Bir yandan da bu sütunları ekleyenler Hristiyan olduğu için putperestliğe gönderme olmasın diye Medusa başlarını ters ve yan koydukları tahmin ediliyor.

Yaklaşık 1 470 yıllık tarihi ile birçok mitolojik efsaneyi de barındıran Yerebatan Sarnıcı’ndaki Medusa başlarının sarnıca nasıl ve ne amaçla getirildiği konusu da hala sırrını korumaktadır. Genç Roma Çağı’na ait antik bir yapıdan sökülerek getirildiği sanılmaktadır. Bu romantik ortamın sırrının yıllardır çözülememiş olması Yerebatan Sarnıcı’na olan ilgi ve merakı artırmaktadır. 

2012 yılında tam 2 milyon kişi tarafından gezilen sarnıçta iki ayrı Medusa başı bulunuyor. Kim tarafından, ne zaman ve hangi amaçla sarnıca konuldukları yolunda net bilgi bulunmayan başlar hakkında farklı söylenceler var. İstanbul, dünya tarihinin en önemli merkezlerinden biridir. Hal böyle olunca şehrin tarihi yapıları kadar bu yapılarla ilgili mitolojik efsaneler de kuşaklar boyunca aktarılarak bu günlere kadar gelmiş. Medusa ile ilgili iki farklı mitoloji vardır.

Yunan mitolojisindeki Medusa, saçlarının yerinde kıvıl kıvıl yılanlar olan, kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahip bir dişi yaratıktır. Mitolojinin erken dönemlerinde Medusa’nın doğuştan canavar olduğuna inanılırken, geç dönem ozanları, vaktiyle genç ve güzel bir kız olan Medusa’nın tanrıça Athena’nın tapınağında deniz tanrısı Posedion ile ilişkiye girdiği için Athena tarafından bir canavara dönüştürülmek suretiyle cezalandırıldığını söylerler.

Medusa, Roma Çağı heykel sanatı eserleri olan heykel başları ile ilgili bir başka söylenceye göre, Yunan Mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgon’dan biridir. Yunan mitolojisinde gorgonlar, başlarında saç yerine keskin dişli canlı yılanlar olan dişi canavarlardır. Bu canavarlar Medusa, Eurvale ve Stheno olmak üzere üç kız kardeştiler.

Bu üç kız kardeşten yalnızca Yılan Başlı Medusa ölümlüdür. Ancak, kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. Bu nedenle de öldürülmesi çok zor ve tehlikelidir. Gözlerine bakıp, taşa çevrilme ihtimali vardır. O dönemde büyük yapılarına ve özel yerleri kötülüklerden korumak amacıyla Gorgonların resim ve heykelleri yerleştiriliyordu. Medusa’nın da bu düşünceyle buraya, Yerebatan Sarnıcına konulduğu sanılıyor.

Medusa ile ilgili ikinci mitolojik bilgiye gelince; Kâinatın, Tanrılar tarafından bölüşüldüğü çağlarda, Medusa adında güzelliğiyle herkesi kıskandıran, aynı zamanda bütün tanrıları kendisine âşık eden bir kız yaşarmış. Medusa o kadar güzel bir kızmış ki yeryüzünde güzelliğiyle ona rakip olabilecek başka bir kadın bulmak mümkün değilmiş. Yeryüzündeki bütün kadınlar Medusa’yı kıskanırmış. Bu nedenle Medusa kendisine Tanrılara adamış ve iki kız kardeşi ile baş Tanrı Zeus’un en sevdiği kızı zekâ Tanrıçası Athena’ya ait bir tapınakta yaşarmış. 

Athena’nın kocası Posedion da ölümlü olan Medusa’yı âşık olmuş, ama tanrılar katında küçümsenmekten korktuğu için gizlemiş aşkını. Ancak, bu durumu öğrenen Athena, kıskançlıktan çılgına dönmüş. Karısından saklamasına ve inkâr etmesine rağmen Posedion Medusa ’ya olan tutkusundan vazgeçememiş. Zorla da olsa Medusa’yı sahip olmuş.

Dünyalar güzeli Medusa harap bir halde tapınakta kalmaya devam ediyormuş ama bu olayı Athena’nın duyması da fazla zaman almamış. Athena, güçlü Posedion ’un bu yaptığı karşısında kendisini aşağılanmış hissetmiş. Bu hissi önce derin bir kıskançlığa, sonra da büyük bir sinire dönüşmüş. Öyle hiddetlenmiş, öyle hiddetlenmiş ki Medusa’yı çok acı bir şekilde cezalandırmaya karar vermiş. Kendi kendine demiş ki “Öyle birden öldürmeyeceğim onu ve kardeşlerini, onlara da önce büyük acılar çektirmeliyim. Tıpkı benim çektiğim gibi. Ve bu sinirle Medusa ve kız kardeşlerini birer ifrite çevirivermiş. 

Dünyalar güzeli Medusa ve kız kardeşlerinin artık yüzleri o kadar çirkinmiş ki kimse bakmaya tahammül bile edemiyormuş.  Medusa’nın gören herkesi bir mecnuna çeviren, en ufak bir yelde bile bütün telleri havalanan o güzelim saçlarının her bir teli bir yılana dönüşmüş. Bununla da yatışmayan Athena’nın siniri Medusa ’ya yine de bakmaya çalışan herkesi o bakışların taşa çevirmesini sağlamış. 

Gel zaman git zaman Athena bu cezayla da yetinmemiş ve Medusa’yı öldürmek için Argos Kralı Akrisios’un kızı Danae’nin, Zeus’tan olma oğlu Perseus’la yani üvey kardeşiyle iş birliği yapmış. Perseus Medusa ’ya büyü yapıldığını sanarak başını kesmiş, savaşlarda düşmana başını tutarak birçok savaş kazanmıştı.


AYASOFYA HAGİA SOPHİA 2


Ayasofya Müzesi, Hristiyanlar tarafından dünyanın sekizinci harikası olarak kabul edilmektedir.  Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından İstanbul’un tarihi yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedralidir. 1453 yılında İstanbul’un Türkler tarafından alındıktan sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür. Günümüzde müze olarak hizmet vermektedir. 

Yapıldığı dönemin dünyasında hiçbir bazilika planlı yapı Ayasofya’nın kubbesinin boyutundaki bir kubbe ile örtülebilmiş ve böylesine büyük bir iç mekâna sahip değildi. Ayasofya’nın kubbesi Roma’daki Panteon’un kubbesinden küçük olmakla birlikte Ayasofya’da uygulanan yarım kubbe, kemer ve tonozlardan oluşan karmaşık ve yanıltıcı sistem, kubbenin çok daha geniş bir mekânı örtebilmesini sağlayarak, kubbeyi daha etkileyici ve görkemli kılmaktadır. 

Taşıyıcı olarak beden duvarlarına oturtulmuş önceki yapıların kubbeleriyle kıyaslandığında, sadece dört taşıyıcı sütuna oturtulmuş bu denli büyük bir kubbe mimarlık tarihinde gerek teknik gerekse estetik bakımdan bir devrim sayılmaktadır. Orta galeri ya da merkezi mekânın yarısını örten ana merkezi kubbe, doğu ve batısına eklenen yarım kubbelerle çok geniş bir dikdörtgen biçimli iç mekân yaratacak şekilde öylesine genişletilmiştir ki, zeminden bakıldığında, gökyüzüne asılı gibi duran, tüm iç mekâna hâkim bir kubbe olarak algılanır. Yerçekimine meydan okuyup, havada asılı gibi duran görkemli kubbeden gözümüzü ayırıp, diğer ayrıntılarla ilgilenmeye başlıyorum.

ABSİT MOZAİĞİ 

Orta nef ya da iç mekâna İmparator kapısından girildiğinde tam karşıda, Ayasofya’nın doğu ucunda katedralin absiti, camilerdeki adıyla mihrap görülmektedir. Kilise ve katedrallerde, koronun arkasında kalan ve kutsal mekân olarak kabul edilen absitin üzerinde ‘’ Apsit Mozaiği’’ bulunmaktadır. 
Absitin çeyrek kubbesinin tam ortasında Tanrı anası Meryem, üzeri değerli taşlarla süslü ve minderli bir taht üzerinde oturmakta olup, kucağında çocuk İsa’yı tutmaktadır. Bu mozaik Ayasofya’da tasvir kırıcılıktan sonra yapılmış. İlk figüratif tasvirli örneği bulundurması açısından önemlidir. Mozaik 9. yüzyıla tarihlenmektedir. Absit kemerinin sağında Cebrail ya da Gabriel’i temsil eden bir mozaik bulunur. Absit kemerinin solunda ise Mikail mozaiğinin bulunduğu ve depremlerden birinde düştüğü sanılmaktadır.

TERLEYEN SÜTUN

Absit Mozaiklerinden gözümü ayırınca da, ana galeriye girişin hemen solunda, kuzeydeki iç galeriye yakın bir kısmında, terleyen sütun ve bu sütundaki dilek deliği görülür. Ayasofya’nın kuzey batısında, dört köşeli beyaz mermerden oluşan bu sütun, bütün mevsimlerde, durmaksızın terlermiş. Bu nedenle yüz yıllar boyunca “Terleyen Sütun” adı ile anılıyor. 

Günümüzde de insan boyu hizasında bronz levhalarla kaplı, ortasında yüzlerce yıldan bu yana, milyonlarca ziyaretçinin parmağını değdirmesi ile genişlemiş kocaman delik büyük ilgi görüyor. Temelinde tılsım olduğuna hem Bizans’ın, hem Osmanlının inandığı bu direğe “Uğurlu Direk”, Ağlayan Direk”, “Terleyen Direk”, “Hızır’ın parmağını soktuğu direk” gibi isimler yakıştırılmış. 

Bu ilginç oluşum, bilim adamlarınca incelendiğinde, gözenekli bir taştan yapılan sütunun, zemindeki rutubeti kolaylıkla emdiği görülmüş. Sonra da emilen nem dışarıya verilmektedir. Bu nedenle, ”Terleyen Sütun ”daki dilek yeri hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar tarafından kutsal olarak biliniyor.  Evliya Çelebi’nin belirttiği göre; Hz. Muhammed’in tükürüğü, Mekke toprağı ve zemzem suyu ile yapılan harç, burada kullanılmış, Harç’ın neminden ötürü de sütun sürekli terlemeye başlamış.  

Kutsal sayılıp, ziyaretçilerin dilek için uzun sıralar oluşturduğu delik yanına gelenler, sağ başparmaklarını deliğe sokup merkez noktasından saat ibresi yönünde tam bir tur yapacak şekilde daireyi tamamlama sırasında dileklerini içlerinden geçiriyorlar. Bu sırada başparmakta nem hissedilirse dileğin tutacağına inanılıyor. 
Terler Sütundaki dilek deliği günümüzde öylesine ün kazanmış ki Ayasofya’yı ziyaret eden turist grupları dilekte bulunmadan müzeden ayrılmıyorlar. 

Diğer taraftan, Orta nefin iç Nartekse yakın kısmında Helenistik dönemden kalma, Bektaşi taşından yapılma iki büyük küp bulunmaktadır. Bunlar III. Murat döneminde Bergama’da bulunmuş, Ayasofya’ya getirilerek su içme gereksinimlerini karşılamak üzere kullanılmıştır. Küplerden büyük olanı 1200 litrelik bir kapasiteye sahiptir.

ÜST GALERİLER

Ayasofya’nın ana mekânının muhteşemliğinin en iyi görülebileceği yer, üst galeriler ya da nartekslerdir. Üst kata alt kattaki dış Narteksin kuzeybatı ucunda yer alan bir kapıdan geçilerek, irili ufaklı taşlarla “Arnavut kaldırımı” tarzında döşenmiş bir rampadan çıkılır.

Sarmal bir biçimdeki rampa 7 halka yaparak üst kata ulaşır. Bu rampa imparatoriçenin tahtıyla sarsılmadan taşınmasına merdiven basamaklarına kıyasla büyük bir kolaylık sağlamaktaymış. Rampa duvarlarının bazı yerlerinde eski tuğla kemerler görülür. Bizans döneminde de Osmanlı döneminde de üst kat daima, başta İmparatoriçe olmak üzere, kadınlara ayrılmıştı. Eğimin oldukça küçük olduğu rampadan çıkarak, kuzey üst galeriye ulaşırız.

KUZEY ÜST GALERİSİ

Kuzey üst galerisinde, Ayasofya’nın mozaiklerinin ve çeşitli kısımlarının büyük boy fotoğrafları sergilenmektedir. Kuzey Üst Galeri, Ayasofya resimlerinin sergilendiği bir sergi salonuna dönüştürülmüş.

Galerinin ortalarında bir yerden ana mekânın görkemli bir görüntüsü karşınıza çıkar ve fotoğraf karelerinde yerini alır. Buradan Absit Mozaiğine tekrar bakabilirsiniz. Tam karşıda, absitin üst kısmı ile yarım kubbe arasındaki kemerin sağ tarafında Cebrail’i tasvir eden mozaik görülür.

Cebrail Mozaiği alt kattan görülme derecesine kıyasla daha iyi ve daha yakından görülebilmektedir. 9. yüzyıla tarihlenen bu mozaikte kanatlarıyla tasvir edilmiş baş meleklerden Cebrail, sol elinde bir küre tutar halde tasvir edilmiştir. Sol tarafında ise, depremlerden birinde düştüğü varsayılan Mikail Mozaiği bulunmaktaydı.  
Kuzey galerinin güneybatı kısmında İmparator Aleksandros Mozaiği bulunmaktadır. Mozaik pano, Ayasofya’daki diğer mozaikler gibi göz önünde olmayıp, kuytu bir köşeye yapılmıştır. İmparator Aleksandros’un Doğu Roma İmparatorluğu’nda silik bir kişiliğe sahip olduğu söylenmektedir. İmparator Kapısı üzerinde secde eder biçimde betimlenen İmparator VI. Leon’un saltanatına ortak ettiği kardeşidir

Aleksandros. 10. yüzyıla tarihlenen Aleksandros Mozaiği,  bulunduğu konum açısından, Ayasofya Mozaikleri arasında, günümüze en sağlam gelen mozaikler arasındadır. Üst kuzey galerideki Ayasofya mozaiklerinin ve çeşitli kısımlarının büyük boy fotoğraflarını izleyip fotoğraflarını da çektikten sonra, üst kattaki batı galeriye geçiyoruz.


BATI ÜST GALERİSİ

Üst kattaki batı galerisinin diğerlerinden oldukça farklı olduğunu görüyoruz. İmparatoriçe Locası oldukça ilgi çeken mekânlardan biri olarak karşımıza çıkar. Hristiyanlar tarafından dünyanın sekizinci harikası olarak kabul edilen Ayasofya, İmparatoriçe Locasından bakıldığında, tam da bu tanıma uymaktadır.

Tüm iç mekâna hâkim ve gökyüzünde asılı gibi duran görkemli ana kubbe ile sizi Absit Mozaiği ile absite götürür. Birdenbire kendinizi yüzyıllar öncesinde bulursunuz. Absit ya da Mihrap konumundaki bölgede konumlanmış olan koroların seslendirdiğini düşündüğümüz şarkılar ve ilahiler aracılığı ile bireysellik yerine toplumsallığı, ben ve sen yerine biz ve onları, ilkel duygular yerine evrenseli, karamsarlık yerine yaşama sevincini, kısacası insana insanca ince duyguları ve değerleri algılar ve kendimizden geçeriz.

Törenleri izlemek üzere Ayasofya’ya gelen imparatoriçe de rampadan üst kata çıkarılır, törenleri maiyetindekilerle birlikte, üst katın batı galerisindeki “İmparatoriçe Locası ”ndan izlerdi. İmparatoriçe locasından günümüze ulaşan kısımlar mermer başlıklı iki küçük yeşil porfirden yapılma sütun ve zemindeki, imparatoriçenin tahtının konacağı yeri göstermek üzere yerleştirilmiş dairesel yeşil porfir taşından oluşur. İmparatoriçe locasından Ayasofya’nın alt katı ve iç mekânına hâkim bir bakış açısı elde edilebilmektedir. Buradan ana mekânın ve Absit mozaiğinin fotoğraflarını çektikten sonra güney üst galeri ya da Nefe geçiyoruz.


GÜNEY ÜST GALERİ

Galeride doğuya yöneldiğimizde, üzerlerindeki anahtar kabartmalarından dolayı “Cennet ve Cehennem Kapısı” olarak adlandırılan ve vaktiyle bir kapı içerdiği sanılan, duvarlara sabitlenmiş iki mermer blok görülür. Bu bloklar üzerinde yaşam ağacı, balık gibi semboller içeren küçük kabartmalar bulunur.

Kilise temsilcileri ‘’Synod’’ adı verilen toplantıların yapılacağı odaya gitmek üzere bu kapıdan geçerlerdi. Bu bölümde, Ayasofya’nın dünyaca ünlü mozaikleri bulunmaktadır. Üst katın neflerinde tavanı kaplayan ve insan figürü içermeyen mozaikler Osmanlı döneminde yağmur suyundan tahrip olmuşlardır. 

19. yüzyılda Osmanlı sultanı Abdülmecit bunları onarılmasını emretmişti.  Fakat mozaik sanatı 19. yüzyılda unutulmuş bir sanat durumuna gelmişti. Yenileme çalışmalarını yürüten İtalyan Fossati kardeşler, Sultana bunları onaramayacaklarını belirtip, başka bir çözüm önerisinde bulundular. Çok tahrip olan mozaikler sıvayla kaplandı ve altta kalan mozaik motifleri bu sıva üzerine resmedildi. 

İlgimizi tavan mozaiklerinden ayırarak, Cennet ve Cehennem kapısını geçiyoruz. Biraz ileride, sağ tarafta, galerinin batıya bakan duvarında, 12. yüzyıldan kalma ve 1261 yılında yapıldığı sanılan, “Deisis Mozaiği” ile karşılaşıyoruz.


DEİSİS MOZAİĞİ

İsa’nın, Kıyamet Gününde, İnsanlık için Tanrı’dan niyaz dileyen mozaikten kalanlar Ayasofya’nın mozaikleri arasında hiç kuşkusuz, en ünlüsü Deisis kompozisyonudur. Deisis, yani mahşer günü İsa’dan Meryem ve Loannes Prodromos’un insanlık için yardımcı olmasını dilemeleridir. Mahşer Kompozisyonunun ortasını meydana getiren üçlü kompozisyonda ortada büyük bir İsa ekseni teşkil eder. Üçlü grubun ikinci şahsı Meryem’dir. Diğer yanda ise Vaftizci Yahya bulunmaktadır.


KOMMENOSLAR MOZAİĞİ

Güney üst nefinin doğu ucunda, sol tarafında, yine alt kısımları tahrip edilmiş iki mozaik yer alır. 1122 yılında yapılmış olan ilk mozaikte; Meryem Ana ve kucağında çocuk İsa, sol tarafında İmparator II. Comnenus, sağında ise İmparatoriçe İrene yer alıyor. İrene’nin takdim ettiği rulo, kiliseye yapılan bağışları gösteriyor. İmparatorun sunduğu deri kese ise kiliseye yapılan altın yardımını anlatıyor. Macar asıllı İmparatoriçenin, açık ten ve saç rengi ile ırk özellikleri açık bir biçimde görülmektedir. Mozaiğin, 90 derece açı yaparak yan duvar ya da payede devam eden kısmında imparatorun veremden ölen oğlu Aleksios tasvir edilmektedir.  


ZOE MOZAİĞİ

11. yüzyıldan kalma diğer mozaikte ortada İsa yer alır. Bizans mozaik sanatında genellikle, İsa baştaki haleye bir haç iliştirilerek tasvir edilir ve ayrıca mozaiklere kimlikleri açıklayıcı yazılar eklenir. Bu bakımdan Bizans mozaiklerinde kimliklerin teşhis edilmesinde zorluk çekilmez. Bu mozaikte bize göre; ortada tahta oturmuş İsa yer alırken, sağında İmparatoriçe Zoe bulunmaktadır. İsa’nın solunda ise İmparatoriçenin üçüncü kocası Konstantin Monomakhos bulunmaktadır. Konstantin’in kafası ve üstündeki yazılar sonradan eklemedir. Orijinal mozaik İmparatoriçenin ilk kocasına ait olup, Kostantin ile evlendiğinde kazınmıştır. Bu mozaik panoda, imparatorluk ailesinin kiliseye şükranları ve bağışları sembolize edilmektedir.

SUNU MOZAİĞİ
Ayasofya’nın olağanüstü ve paha biçilmez mozaiklerini hayranlıkla seyredip, fotoğraflarını çektikten sonra kuzey galerinin doğu ucundaki rampadan iniyoruz. Ana mekânı tekrar gözden geçirip, dış narteksin güneyinde bulunan Vestibül Kapısı’ndan avluya çıkmak istiyoruz. Kapıyı geçip, geri dönünce, Ayasofya’nın en önemli figürlü mozaiklerinden biri olan ‘’Sunu Mozaiği’’ kendini gösterir.


AYASOFYA HAGİA SOPHİA 1


Dünya mirası listesinin en önemli anıtlarından biri olan Ayasofya'yı defalarca ziyaret etmiş olmama rağmen, Sultanahmet'e her uğrayışımda farklı bir Ayasofya buluyorum. Bu sonuç her fırsatta bir kez daha gezip, görmemi sağlıyor.

Ayasofya, Yedi Tepeli İstanbul’da Topkapı Tepesi olarak da bilinen birinci tepede bulunmaktadır. Birinci tepede kendisine komşuluk yapan Aya İrini, İbrahim Paşa Sarayı, At Meydanı, Topkapı Sarayı ve Sultan Ahmet cami gibi emsalsiz tarihi yapılar bulunmakta.

Hemen hemen herkesin bildiği bu görkemli ve kadim yapılardan başka, Bizans İmparatorluğu döneminde ‘’Dünyanın Merkezi‘’  sayılan ve saatlerin ona göre ayarlandığı ve hatta Ayasofya’nın buraya yapılmasının en önemli nedeni olan ‘’Million Taşı’’ buradadır.

Ayasofya, dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer almaktadır. Mimarisi, görkemi, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden de sanat dünyasının anıtları arasına girmiştir. Bu ölümsüz yapının adını oluşturan “Sophia” sözcüğü eski Yunancada “bilgelik” anlamındaki ‘’Sophos’’ sözcüğünden gelir. 

Dolayısıyla “Aya Sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da “ilahî bilgelik” anlamına gelmektedir.  Ortodoksluk mezhebinde Tanrı’nın üç niteliğinden biri sayılır.

Ayasofya üç aşamalı tarihi bir yapıdır. Günümüze ulaşan ise III. Ayasofya Katedralidir. I. Ayasofya Katedrali, Hristiyanlığı imparatorluğun resmi dini ilan eden Büyük Konstantin tarafından yaptırılmıştır. M.S 360 yılında ibadete açılmış, 404 yılında çıkan isyanlar sırasında tahrip edilmiştir.

İsyanların sona erdirilmesi ile imparator II. Theodosius tarafından II. Ayasofya’nın yapımı başlatılmış ve 415 yılında yapımı tamamlandı. Fakat bu yapı da Nika İsyanı olarak bilinen isyan sırasında, 532 yılında yakılıp yıkılmıştır. İkinci Ayasofya’nın yıkımından sonra İmparator I. Jüstinyen öncekinden tümüyle farklı, daha büyük ve kendisinden önce gelen imparatorların yaptırdıkları kiliselerden çok daha görkemli bir kilise inşa ettirmeye karar vermişti. Jüstinyen bu işi yapacak mimarları fizikçi Miletli İsidoros ve matematikçi Tralles’li Anthemius’u görevlendirmişti.

Ayasofya`da kullanılmak üzere, Anadolu’nun antik şehir kalıntılarından sütunlar, başlıklar, mermerler ve renkli taşlar İstanbul`a getirilmiştir. Böylelikle, Ayasofya’nın yapım süresi kısalmıştır. Bir söylenceye göre yapım aşamasında 10 000 kişi çalışmıştır. Ayasofya`nın yapımına 23 Aralık 532`de başlanmış, 27 Aralık 537`de tamamlanmıştır.

Ayasofya Bazilikası İstanbul’un fethinden sonra camiye çevrilmiş. Bu nedenle, Ayasofya avlusuna girince ilk dikkatimizi çeken yapı avlunun sağ tarafındaki şadırvan olmaktadır. 24. Osmanlı Sultanı ve 103. İslam Halifesi olan I. Mahmut tarafından yaptırılmış. 

Şadırvanlar, camilere gelenlerin abdest alma gereksinmelerini karşılamaktadır. Avludaki şadırvanın arka tarafında, müzenin güneydoğu bölümünde türbeler de bulunmaktadır. Bunlardan bazıları II. Selim, III. Murat, III. Mehmet, Sultan Mustafa, Sultan İbrahim ve Şehzadelerin türbeleridir.

Restorasyondan geçen türbelerden bazılarının ziyarete açılmış durumda. Müze ziyaretinden sonra türbelere uğramak için zaman ayırmalısınız. Şadırvanı geçerek giriş kapısına ulaşalım. Bizans döneminde atrium olarak adlandırılan avlu içindeki katedral girişi batı yönündeki orijinal kapıdır.

Giriş kapısının sol tarafında, dikdörtgen şeklindeki çukurda II. Ayasofya kalıntıları bulunmaktadır. Kalıntıları gözden geçirip, fotoğraflarını çektikten sonra iki katlı ve 7500 m2 lik bir alana sahip katedralin dış narteksine giriyorum. Narteks, erken Hristiyan ve Bizans bazilika ve kiliselerinde tipik olarak karşılaşılan, genellikle yapının batı yönünde bulunan giriş bölümü olarak tanımlanabilir.

Narteksler bazilikanın merkez bölümden duvarlar ya da sütunlar ile ayrılmaktadır. Ana kapıdan girilen ilk galeri dış narteks olarak adlandırılıyor. Dış narteks tonoz örtülü bir galeridir. Ana kapının tam karşısında da beni iç narteks ve katedralin merkezine götürecek olan İmparator Kapısı bulunuyor. İmparator Kapısının hemen üstünde de ''VI. Leon Mozaiği'' dikkat çekiyor.

VI. Leon Mozaiği

İmparator Kapısının üstünde VI. Leon Mozaiğinde Evrenin efendisi İsa betimlenmiş. İsa'nın ön planda olduğu bu mozaikte, ortada bulunan İsa arkalıklı bir sandalyede oturmaktadır. İsa, sağ eliyle evreni takdis eder durumda iken sol elinde sayfaları açık bir İncil tutmaktadır. İncil üzerinde Grekçe ‘’Barış sizinle olsun. Ben Dünyanın Nuruyum’’ Cümlesi yer almaktadır.

Mozaiğin sağ tarafındaki madalyonun içinde Baş Melek Gabriel, soldaki madalyonun içinde ise Meryem bulunmaktadır. İsa’nın ayakları dibinde, sol tarafta, secde eder durumda Doğu Roma İmparatoru VI. Leon bulunmaktadır. Ortodoksluk geleneğinde en çok üç kez evlenilebilmesine karşın VI. Leon erkek çocuğunun olabilmesi için dört kez evlenmiştir. Bu nedenle, İsa’dan özür dilercesine secde eder biçimde betimlenmiştir.

886-912 yılları arasında Bizans İmparatoru olan Leon, "Bilge" ya da "Filozof" lakaplarıyla anılmış, derin kültürü yüzünden daha sonraki kuşaklarca evliya gibi kabul edilmiştir. Verimli bir kanun yapıcı, ateşli bir hatip, güçlü bir ilahiyatçı olarak biliniyor.

Dış ve iç Narteksler

Ana kapıdan girişte karşımıza çıkan galeri ya da tonozlu koridorlar, katedralin dış ve iç nartekslerini oluşturmaktadır. Narteksler, kiliselerin vazgeçilmezi olup, ayinlere hazırlık bölümü de diyebileceğimiz galerileridir. Dış nartekste, ayine gelen kimselerin ya da grupların kıyafetleri düzenlenir ve ayin için hazırlıklar bir kez daha gözden geçirilirdi.

Katedrallerin girişlerde yer alan dış Narteksler, katedrallerin ön yüzünün tamamını kaplar. Ayasofya’nın bu bölümündeki duvarlarda nadiren kutsal aile, havariler ve daha çok kiliseyi yaptıranlar ve bağışta bulunanlarla ilgili açıklamalar, resimler ve katedral planlarının çizimleri bulunmaktadır. Böylece katedral, kendisine hizmetlerinden dolayı kişi ya da kişileri şereflendirmektedir.

Ayasofya’nın, Osmanlı dönemindeki en ünlü yenilenme çalışmalarından biri 1847-1849 yılları arasında, Sultan Abdülmecit’in emriyle gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyet döneminde, Atatürk’ün emriyle, 1930-1935 yılları arasında gerçekleştirilen bir dizi yenilenme çalışmasından sonra, Bakanlar Kurulu kararıyla, 24 Kasım 1934 yılında müzeye dönüştürülmüş.1 Şubat 1935 yılında da açılışı yapılmıştır.  Osmanlı Sultanı Abdülmecit ile Mustafa Kemal Atatürk’ün resimleri de bu duvarlarda bulunmaktadır.  

Duvarlarındaki bilgileri gözden geçirmek bir hayli zamanımı aldı ama Ayasofya hakkındaki bilgilerimin de yenilenmesine neden oldu. Dış Narteksin güney ucuna yürüdüğünüzde İmparatoriçe lahdi ile müzenin turistik eşya satan standı karşıma çıkar. Geri dönüp, kuzeye yöneldiğinizde ise antik bir çan, mermerden yapılmış antik bir su hazinesi ve porfir bir sunak ile karşılaşırsınız.

Tam kuzeyinde de üst kata çıkış rampası bulunmaktadır. Dış Nartekse bir bütün olarak baktığınızda, tonoz örtülü 9 birimden oluştuğunun farkına varılır. Dış Narteksten, kendisinden daha yüksek olan iç Nartekse 5 kapı ile geçilebiliyor. Ben iç Nartekse İmparator Kapısından geçtim.

İç narteks çapraz tonozlarla örtülmüş. Tonozlar geometrik motifli mozaiklerle kaplanmış. Mozaiklerden sarı renkte parlayanlarda altın kullanılmış. İç Narteksin duvarları Anadolu’nun değişik kentleri ile değişik ülkelerden getirilen dalgalı mermerlerle kaplı. Dalgalı mermer levhalar duvarlara yapıştırılıp, sabitlenmeden önce ikiye bölünmüş. Böylelikle, mürekkeplendikten sonra katlanıp açılan kâğıtlarda olduğu gibi ilginç bir simetri özelliği ortaya çıkmış. Mozaikli çapraz tonozlar ve duvarlardaki dalgalı mermerler iç Nartekse masalımsı bir hava katmış.

Orta Nef ve Merkezi Kubbe

İç nartekste, katedralin merkezi bölümü olan Orta Nefe, 9 kapı ile geçiliyor. Geçtiğimde hayallerimin de ötesinde bir mekânla karşılaşıyorum. Gerçekten de ana mekâna giren her ziyaretçiyi görkemli ve hayal gücünü zorlayan bir yapı karşılar. İlk adımdan itibaren katedralin ana kubbesi etkisini hemen gösterir ve sizi göklere taşır. Kubbeden kendinizi alamazsınız.

Orta Nef ya da iç mekân karmaşık bir yapıya sahiptir. 100 metreye 70 metre ölçüsündeki yapının 7 000 metrekarelik alanının yaklaşık 5 000 metrekare ölçüsündeki orta nefinin ortasında, ağırlığı dört payanda üzerine oturtulmuş ana kubbe yer alır.


Ağırlığını taşıyacak olan payandalara geçişin pandantiflerle sağlandığı Ayasofya’nın devrim niteliği taşıyan kubbesi birçok sanat tarihçisinin, mimarın mühendisin özel ilgisini çekmiştir. Daireden dikdörtgene geçiş içbükey üçgen pandantiflerle sağlanır. Bu tür yapılarda daha önce kullanılmamış olan bu pandantifler oldukça estetik ve şık bir şekilde, daireden, yani kubbeden payandalarla oluşturulan kare biçimine, hatta yarım kubbeler de sisteme dâhil sayılırsa, dikdörtgen biçimine geçişi sağlarlar.

Böylece, kubbe pandantifler vasıtasıyla dört büyük kemer üzerine oturur. Bu kemerler de Osmanlı döneminde Mimar Sinan’ın talimatlarıyla istinat duvarlarıyla desteklenmiştir. Mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden ilk ve son benzersiz uygulama olarak görülen Ayasofya, Osmanlı camilerine, fikir bazında da olsa esin kaynağı olmuş, doğu-batı sentezinin bir ürünüdür.

Bu eser dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer almaktadır. Hayallerimizi zorlayabilen büyüklükteki ana kubbe, sanki havada asılı gibi durmakta ve yerçekimine meydan okumaktadır. Orta nefin yarısını örten ana kubbe, doğu ve batısına eklenen yarım kubbelerle çok geniş bir dikdörtgen biçimli iç mekân yaratılmıştır. Ana kubbe ve yarım kubbelerle iç mekân ya da orta nef öylesine genişletilmiştir ki, zeminden bakıldığında, tüm iç mekâna hâkim ve gökyüzüne asılı bir kubbe olarak algılanır.

Doğu ve batı açıklıklarını kapatan yarım kubbelerden daha küçük yarım kubbeli örtülere geçiş yapılarak sistem tamamlanmıştır. Küçük kubbelerden başlayarak ana kubbe ile taçlandırılan bu kubbeler sıralaması antik çağlarda örneği görülmemiş bir mimari sistemdir. Böylelikle yapının bazilika planı dâhice ve bütünüyle gizlenmiş durumdadır.

Ayasofya, bazilikal planla merkezi planı birleştiren ‘’Kubbeli Bazilika’’ tipinde bir yapıdır. Bu nedenle, Dünya Mimarlık tarihinde dönüm noktası oluşturan bir yapı olarak karşımıza çıkar. Boyutları ve bezemelerindeki görkemle Ayasofya, İmparator Justinianos’un iktidarının simgesidir.

Absit ve Mihrap

Orta nef ya da iç mekâna İmparator kapısından girildiğinde tam karşıda, Ayasofya’nın doğu ucunda, katedralin absiti görülmektedir. Kilise ve katedrallerde, koronun arkasında kalan ve kutsal mekân olarak kabul edilen yer Absit olarak tanımlanmaktadır.

Ayasofya Katedrali camiye dönüştürülünce Absit ‘’Mihrap’’ işlevini üstlenmiştir. Diğer en eski bütün kiliselerde olduğu gibi, Ayasofya’nın da absiti Kudüs’e yönelik olarak yapılmış. Aynı şekilde, diğer en eski camilerde olduğu gibi günümüzdeki camiler de mihrap kıbleye yönelmektedir. Başka bir deyişle, camilerdeki mihraplar Mekke’yi gösterecek şekilde yönlendirilir. 

Ayasofya’nın absitinin hafifçe kıbleye yönelik olduğu görülmüştür. Bu kaymanın yer hareketlerinden kaynaklandığı sanılmaktadır. İstanbul’un coğrafi konumundan ötürü, Kudüs yönü ile Mekke yönü arasında pek büyük olmayan birkaç derecelik bir fark bulunmaktadır. Bu yüzden İstanbul’da camiye çevrilen kiliselerde kıble yönünü göstermek üzere kilisenin absiti içine yapılan mihrap absitin biraz sağına inşa edilirdi. Fakat Ayasofya’da mihrap absitin çok sağına değil, hafifçe sağına inşa edilmiştir. Çünkü Ayasofya binası tam olarak olması gereken yönde değildir, yani hafifçe Mekke yönüne doğru bir kayma göstermektedir.

Absit ya da mihrap duvarlarında Kuran ayetlerini içeren çerçeveler ve içine Allah, Muhammed, dört halife ve Halife Ali’nin oğulları Hasan ve Hüseyin’in isimleri yazılı olan sekiz yeşil daire bulunur. Bu dairelerin tahtadan yapılma çok daha büyükleri de ana nefin ya da ana salonun iç mekânını kuşatacak şekilde asılmışlardır. İsimler her biri 7,5 metre yarıçapında olan bu 8 dev panoya hat sanatı tarzında yazılmıştır.