ÜÇAĞIZ KEKOVA ANTALYA

 

Kekova Kaleköy, günümüzdeki adıyla Üçağız, dünyanın en iyi çalışan ilk demokrasilerinden biri kabul edilen, Likya Birliğine dahil olan Simena Antik Kenti üzerine kurulmuştu.

Kekova Üçağız Köyü tarihi, doğal ve kültürel değerleriyle eşsiz bir tatil köyüdür. Tekne turlarının gözde rotalarından olan tarihi bölgenin merkezinde yer alan Üçağız, aynı zamanda
Likya Yolu yürüyüşçülerinin de durağı.

Üçağız muhteşem manzarası ve otantik atmosferiyle sizi kendisine aşık edecek bir gezi rotası... 

Batı Akdeniz kıyılarında yer alan Likya bölgesi genellikle yüksek kıyı özelliği gösterir. Dalaman Çayı, Eşen Çayı, Demre Çayı, Alakır Çayının denize döküldüğü delta ovaları bu yüksek kıyıların uzanımını kesintiye uğratır.

Antik dönemlerde Likya Uygarlığının yerleşim birimleriyle limanları bu delta alanlarında kurulmuştur.

Körfezler içine yerleşmiş olan liman şehirleri bu özellikleriyle Ege Denizi kıyılarındaki tarihi limanlara benzerler. Bu limanlar, yüksek kıyı özellikleri nedeniyle, Anadolu içine kolay bağlayacak yollar yapılamamıştır. Ülke boyutunda ticari ve ekonomik etkinlikleri olmamış, yerel kalmışlardır.

Üçağız ve Kekova Adası da yerel kalmış olanlardır. Ulaşım daha çok deniz yoluyla gerçekleştirilmiştir. Kara ulaşımı çok virajlı ve eğimi oldukça büyük yollarla gerçekleşir. Bu nedenle kara ulaşımı çok zor ve zahmetlidir.

Üçağız ve Kale Köylerinin karşısında uzanan Kekova Adası 74 metre uzunluk ve 500 metre genişliğe sahip olup, Akdeniz’de Türkiye’nin en büyük adası konumundadır.

Kekova adası, Anadolu yakasına yapışık bir boğaz oluşturarak uzanır. “Batık Kent” olarak adlandırılan adanın kuzeybatı kıyılarındaki kalıntılar en az M.Ö. 5. yüzyıldan beri ticari ve askeri üs olarak kullanılmış olan Kekova’nın en renkli köşesidir.

Adanın Tersane koyu ise hem yüzülebilecek bir yer hem de Bizans Dönemine ait bazilika apsisi ile arkeolojik kalıntıların en yoğun olduğu alandır. Yakınındaki batık kent olarak anılan köşede, genellikle ana karaya oyulmuş yerleşim kalıntıları ve su içindeki ev temelleri yer alırlar. Sadece bu köşedeki yapıların su altında kalmış olması, büyük bir ihtimalle deprem sonucunda adanın bu köşesinden anakaraya doğru yatmasıyla açıklanabilir.

Sadece Antalya’nın değil, tüm Akdeniz dünyasının en temiz denizine sahip olan Kekova ve çevresi bu temizliğini tartışmasız koruma altına alınmış olmasına borçludur.




18 Ekim 2017 Çarşamba, Kekova…

Toros Dağlarının eteklerinde, muhteşem deniz manzarasıyla ünlü Kalkan’da beşinci günümüz. Likya uygarlığının önemli merkezlerinden biri olan Kaş ve Kalkan çevresindeki antik kentleri, anıtsal yapıları ve plajları görmeye devam ediyoruz.

Geldiğimiz cumartesi gününden bu yana, Kekova Adası Batık şehre yapılacak günübirlik bir tur bulmak istiyoruz.

Antalya’nın gizli kalmış cennetlerinden biri olan Kekova eski bir Likya Antik şehri. Önemli bir Likya limanı olan şehrin bir bölümü yıkıcı bir deprem sonunda Üçağız beldesi ile kara bağlantısı kesilmiş. Yörenin bir bölümü de sular altında kalmış, batık şehir olarak biliniyor.

1987 yılında batık şehir turuna katılmış fakat fotoğraflama olanağı bulamamıştım. Bu kez yeterince fotoğraf çekebileceğim bir tura katılma şansımı aradım. Kalkan yat limanındaki tur operatörlerinden olumlu yanıt alamayınca iki gün önce Kaş’a giderek Kekova turu aradık eşimle. Mevsimi geçmiş olmalı ki isteğimiz gerçekleşmedi.


Her şeyin bir çözümü vardır. Diyerek Kekova Adasının karşısında bulunan Üçağız’a arabamızla gitmeye karar verdik. Üçağız’da ada çevresini ve batık şehri görme olanağı yakalayabilirdik belki…

Akdeniz’de Türkiye’nin en büyük adası konumunda olan Kekova adası, Anadolu yakasına yapışık bir boğaz oluşturarak uzanıyor. Üçağız ve Kale Köylerinin karşısında uzanan Kekova Adası 74 metre uzunluk ve 500 metre genişliğe sahiptir.

Batık Şehir” olarak adlandırılan adanın kuzeybatı kıyılarındaki kalıntılar, en az M.Ö. 5. yüzyıldan beri ticari ve askeri üs olarak kullanılmış, Kekova’nın en renkli köşesini oluşturuyor.

Adanın Tersane koyu ise hem yüzülebilecek bir yer, hem de Bizans Dönemine ait bazilika apsisi ile arkeolojik kalıntıların en yoğun olduğu alan olarak biliniyor.


Yakınındaki batık kent olarak anılan köşede genellikle ana karaya oyulmuş yerleşim kalıntıları ve su içindeki ev temelleri yer alıyor. Sadece bu köşedeki yapıların su altında kalmış olması, büyük bir ihtimalle deprem sonucunda adanın bu köşesinden anakaraya doğru yatmasıyla açıklanabilir.

Kalkan Club Patara Evlerinde güzel bir kahvaltıdan sonra eşim ve bize tüm gezi boyunca eşlik eden aile dostumuz Hülya ile birlikte Fethiye-Antalya Karayoluna girerek Kaş’a doğru harekete geçiyoruz. Yaklaşık 56 km yolculuk yapacağımız karayolunda, Kaş’a uğramadan, 40 km gittikten sonra Üçağız yoluna giriyoruz. Yaklaşık 26 km daha yolumuz var Üçağız’a ulaşmak için.

Batı Akdeniz kıyılarında yer alan bölge genellikle yüksek kıyı özelliği gösteriyor. Dalaman çayı, Eşen çayı, Demre Çayı, Alakır Çayının denize döküldüğü delta ovaları bu yüksek kıyıların uzanımını kesintiye uğratıyor.

Bu delta alanlarında antik dönemlerde bazı yerleşim birimleri ve onların limanları kurulmuş. Körfezler içine yerleşmiş olan liman şehirleri bu özellikleriyle Ege Denizi kıyılarındaki tarihi limanlara benzerler fakat bu limanlar arkasındaki dağlık alan nedeniyle, ülke içine kolay bağlayacak yollar olmadığından, ülke boyutunda ticari ve ekonomik etkinlikleri olmamış, yerel kalmışlar.


Üçağız ve Kekova Adası da yerel kalmış olanlardan olup, ulaşım daha çok deniz yoluyla gerçekleşiyor. Kara ulaşımı çok virajlı ve eğimi oldukça büyük ve tehlikeliydi. Bu nedenle çok dikkatli olmamız gerekiyordu. Bu da hızımızı kesiyordu.

Üçağız Köyüne yaklaşık 5 km kala mola veriyoruz. Veriyoruz çünkü panoramik fotoğraf çekimi için en uygun yer burası. Saklı kalmış ve bozulmamış bir doğa harikası duruyordu karşımızda.

Özel yatların konaklama yaptığı ve harika koyların birleştiği yerde bulunan bu köy, günübirlik gezi teknelerinin de hareket ettiği bir limana sahip.

Köye ulaştığımızda arabamızı meydana park ediyoruz. İskeleye gidiyoruz. Upuzun iskelesi ve çevresi görmeye değer…

Denize sıfır kelimesi buradaki yapılar için söylenmiş olsa gerek. İskele boyunca doğuya yöneliyoruz ve en uç noktaya kadar gidiyoruz

Yaklaşık 2 metre genişliğinde uzun bir iskeleye bağlı bir cafe ve pansiyon vardı. Begonvillerin süslediği oturma yerleri yapılmış çay ve diğer yiyecek içecek servisleri için. Oturup çay kahve içtik. Ben bir ara pansiyonun arkasındaki kayalık tepeye tırmandım. Kaya mezarları vardı, fotoğraflarını çektim.


Konumu gereği bir balıkçı köyü olan Üçağız son yıllarda yerli ve yabancı turistlerin günübirlik uğrak yerlerinden biri olmuş. Bu nedenle köyde fazla pansiyon olmadığını öğreniyoruz. Limanından denize bakılınca adaların arasındaki 3 boğazdan açık denize çıkıldığı için Üçağız adını almış.

Saklı kalmış bu doğa cenneti Üçağız’da da Kekova Adası turu yoktu. Oldukça pahalı özel tekne turunu da biz istemedik. Yeterince dinlendikten sonra Demre’ye doğru harekete geçtik.


DEMRE-ANTİK MYRA

 

Demre ya da Likya Birliği'ndeki adıyla Myra, Antalya körfezinin batısında Teke Yarımadası’nın güneyinde yer alan bir ilçedir. Doğusunda Finike, batısında Kaş İlçesi ve güneyinde Akdeniz ile sınırlıdır. 

Demre  hem Kekova bölgesi gibi müthiş bir tarihi ve doğal güzelliğe hem de sahip olduğu diğer tarihi ve kültürel değerleri ile inanç turizminde de önemli bir merkezdir. 

Demre muhakkak gezilip görülmesi gereken bir yerdir. Demre
Antalya'ya 140 km, Fethiye'ye 149 km, Dalaman Havalimanına 191 km, Antalya Havalimanına ise 154 km uzaklıktadır

Antalya’nın Demre İlçe merkezinde ve civarında yer alan Myra Antik Kenti, özellikle Likya Dönemi kaya mezarları, Roma Dönemi tiyatrosu ve Bizans Dönemi Aziz Nikolas Müzesi ile ünlüdür.

Tarihçi Strabon ‘un yazdıklarına göre Likya Birliğinin altı büyük kentinden biri olan Myra, “Likya’nın Metropolisi” ya da ‘’Ana Tanrıçanın Kenti’’ olarak anılmaktaydı.

Myra Antik Kenti, Apollon Kehanet Tapınağı ve kaynaklarda “Likya’nın en güzel tapınağı” olarak geçen Artemis Tapınağı ile Likya’nın Tanrı Ailesine ev sahipliği yapmaktaydı.

Dünyada Noel Baba olarak tanınan Aziz Nikolas, Likya bölgesinin önemli kentlerinden biri olan Patara’da doğmuş ve Myra’da yaşamıştır. Myra'da piskoposluk yapan Aziz Nikolas'ın saygın dini kişiliği öldükten sonra aziz mertebesine ulaşmasını sağlamıştır.

Aziz Nikolas Kilisesi'nin bulunduğu Myra kentinin Likya Bölgesinin başkenti olmasında ve saygınlığının artmasında Aziz Nikolas'ın büyük etkisi olmuştur. St. Nikolas Kilisesi Bizans sanat tarihinin önemli bir anıtı, en seçkin örneğidir.

Diğer taraftan, 11 500 kişi kapasiteli, bölgenin en büyük ve en nitelikli tiyatrosu, alüvyon altında gömülü kentin Roma Dönemi’nde bölgenin en büyük merkezi olduğunu göstermektedir.

Akropolün güney eteğinde yer alan tiyatro gerek oturma sıraları gerekse sahne binası ile iyi korunmuş bir Roma Dönemi tiyatrosunun özelliklerini yansıtır. Sahne binası ikinci katın yarısına kadar ayaktadır ve seyircilere bakan yüzü bir mimari cephe oluşturacak şekilde sütun ve nişlerle süslenmiştir.

Tiyatronun hemen iki yanında, kabartmalı ve düz kaya mezarları yer alır. Likyalıların ahşap ev mimarisinin kaya mezarlarına en iyi uyarlanmış örnekleri olan Myra mezarlarının içinde, ölüyü ve yakınlarını betimleyen kabartmalı mezar, en ilginç örneklerden biridir. Ayrıca yine kabartmalı veya kitabeli birçok kaya mezarı, kayalığın güneye bakan yüzünde üst üste ya da yan yana sıralanmaktadır.


18 Ekim 2017 Çarşamba, Demre…

Batı Akdeniz kıyılarında yer alan Likya bölgesi genellikle yüksek kıyı özelliği gösterir. Dalaman Çayı, Eşen Çayı, Demre Çayı, Alakır Çayının denize döküldüğü delta ovaları da bu yüksek kıyıların uzanımını kesintiye uğratır. Arkasındaki dağlık alan nedeniyle, ülke içine kolay bağlayacak yollar olmadığından, ülke boyutunda ticari ve ekonomik etkinlikleri olmamış, yerel kalmışlardır.

Kale-Üçağız ve Kekova Adası da yerel kalmış olanlardan olup, ulaşım daha çok deniz yoluyla gerçekleşmektedir. Yine de son yıllarda yerli ve yabancı turistlerin günübirlik uğrak yerlerinden biri olmuştur.

Eşim Serap Akıncı ile saklı kalmış bu doğa cennetini, özellikle Kekova Adasını görmek düşüncesiyle ziyaret ettik. Ancak, mevsim gereği, Üçağız’a ulaştığımızda Kekova Adası tekne turu bulamadık. Oldukça pahalı özel tekne turunu da biz istemedik.




Üçağız balıkçı köyünü gezdik, fotoğrafladık ve kıyıda adalara karşı çayımızı içtik. Yeterince dinlendikten sonra Demre’ye doğru harekete geçtik.

Likya Birliği tarihinde oldukça önemli bir yeri olan Myra Antik kentini görmek istiyorduk, Üçağız Myra Ören Yeri arasındaki uzaklık yaklaşık 20 km’dir. Ancak, zorlu doğa koşulları, dönemeçler, eğimi oldukça büyük olan yollara tırmanma zorlukları nedeniyle bir saatten fazla otomobil yolculuğu yaparak ören yerine ulaştık.

Antalya’nın Demre İlçe merkezinde ve civarında yer alan Myra Antik Kenti, özellikle Likya Dönemi kaya mezarları, Roma Dönemi tiyatrosu ve Bizans Dönemi Aziz Nikolas Müzesi ile ünlüdür.


Tarihçi Strabon ‘un yazdıklarına göre Likya Birliğinin altı büyük kentinden biri olan Myra, Likçe yazıtlarda Myrı adıyla anılır. “Likya’nın Metropolisi” ya da ‘’Ana Tanrıçanın Kenti’’ olarak anılan Myra kenti, Likya’nın baş tanrısı Apollon Syrios’un kehanet tapınağı ve kaynaklarda “Likya’nın en güzel tapınağı” olarak geçen Artemis Tapınağı ile Likya’nın tanrı ailesine ev sahipliği yapar.

Myra, Antalya’nın Demre ilçesinde, deniz ve kara yollarının buluştuğu Orta Likya’da, her dönemde Likya sanat ve kültürünü nitelikle temsil eden parlak bir anakenttir.

Myra ve çevresi sadece kültür ve tarihiyle değil doğasıyla da özeldir. Bugün bataklık-göle dönüşmüş olan limanda 146 canlı türü yaşamaktadır.

M.S. 2. yüzyıl Myra’nın büyük bir gelişmeye sahne olduğu dönemdir. Likya Birliğinin Metropolisi olan şehirde, Likyalı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı inşa edilmiş ve onarılmıştır. Bizans Döneminde ise Myra, dini yönden olduğu kadar idari yönden de önde gelen şehirlerden biri olmuştur.

Dünyada Noel Baba olarak tanınan Aziz Nikolas, Likya bölgesinin önemli kentlerinden biri olan Patara’da doğmuş ve Myra’da yaşamıştır. Aziz Nikolas Myra’da piskoposluk yapmıştır. Aziz Nikolas’ın saygın dini kişiliği öldükten sonra aziz mertebesine ulaşmasını sağlamıştır.




Aziz Nikolas Kilisesi’nin bulunduğu Myra kentinin Likya Bölgesinin başkenti olmasında ve saygınlığının artmasında Aziz Nikolas’ın büyük etkisi olmuştur. St. Nikolas Kilisesi Bizans sanat tarihinin önemli bir anıtı, en seçkin örneğidir.

Demre ya da Myra günümüze dek ulaşan ününü biraz da Noel baba olarak bilinen Aziz Nikolas’ın M.S. 4. yüzyılda şehrin piskoposu olmasına ve ölümünden sonra aziz mertebesine ulaşıp adına kilise yapılmasına borçludur.

Myra Antik Kenti, 7. yüzyıldan itibaren gerek deprem, su baskını ve Myros Çayının getirdiği alüvyonlar, gerekse Arap akınları sebebiyle önemini yitirip 12. yüzyılda köy hüviyetine dönüşmüştür. Günümüz kalıntılarını, akropolün güney eteğinde yer alan tiyatro ile her iki yanında yer alan kaya mezarları oluşturur.

Yapılan araştırmalara göre bugün oldukça sağlam durumda olan Roma Dönemi surlarının dışında, Helenistik hatta M.Ö. 5. yüzyıla tarihlenen sur kalıntılarına akropol tepesi ve çevresinde rastlamak mümkündür.



11.500 kişi kapasiteli, bölgenin en büyük ve en nitelikli tiyatrosu, alüvyon altında gömülü kentin Roma Dönemi’nde bölgenin en büyük merkezi olduğunu göstermektedir.

Akropolün güney eteğinde yer alan tiyatro, gerek oturma sıraları gerekse sahne binası ile iyi korunmuş bir Roma Dönemi tiyatrosunun özelliklerini yansıtır. Sahne binası ikinci katın yarısına kadar ayaktadır ve seyircilere bakan yüzü bir mimari cephe oluşturacak şekilde sütun ve nişlerle süslenmiştir.

Tiyatronun hemen iki yanında, kabartmalı ve düz kaya mezarları yer alır. Likyalıların ahşap ev mimarisinin kaya mezarlarına en iyi uyarlanmış örnekleri olan Myra mezarlarının içinde, ölüyü ve yakınlarını betimleyen kabartmalı mezar, en ilginç örneklerden biridir. Ayrıca yine kabartmalı veya kitabeli birçok kaya mezarı, kayalığın güneye bakan yüzünde üst üste veya yan yana sıralanmaktadır.

Tiyatro yakınındaki şehir merkezine giderken yolun solundaki hamam kalıntıları ise Roma Dönemi tuğla mimarisinin erken ve ilginç örneklerini oluştururlar. Şehrin su ihtiyacı, Demre Çayının aktığı vadi kenarındaki kayalara oyulmuş kanallarla karşılanmıştır.

Şüphesiz şehrin ilginç anıtsal kalıntı temelleri 5. yüzyılda yapılmış şekliyle günümüze ulaşmış olan Noel Baba Müzesi adıyla da bilinen Aziz Nikolas Müzesi’dir. Kazı ve onarım çalışmaları Hacettepe Üniversitesince yürütülen kilisenin, iyi korunmuş mimarisi, duvar resimleri ve mozaikli mekânları he

r yılın 6 Aralık günü birçok ülke temsilcisinin katıldığı Noel Baba Festivali’ne ev sahipliği yapmaktadır.

Ören yeri ve tiyatroyu gezip, fotoğraflarımızı çektikten sonra ören yerinin tam karşısındaki yerel bir kafede karnımızı doyurduk.

Gerek tarihi, gerekse coğrafi açıdan verimli bir gün geçirmiştik. Yüzlerce yıl geriden günümüze geri dönerek Kalkan’a doğru yola çıktık.


GÜNEŞİN ÜLKESİ LİKYA



Türkiye’nin güney batısında Antalya Körfezi ile Fethiye Körfezi arasında Akdeniz’e doğru uzanan Teke Yarımadası antik şehirlerle dolu. Eski çağlarda Likya olarak bilinen bu yarımada Yüzyıllar öncesine, Truva Savaşı’na götürdü beni. Likya topluluğu yerleşkesinin günümüzdeki adı bölgeye Anadolu Selçuklu Devleti döneminde yerleştirilen Teke Boyu’ndan gelmektedir.

Antik çağlarda “Işık Ülkesi” olarak adlandırılan bölgede antik kentler, doğa ile adeta iç içedir. Likya, Anadolu’nun tarihi ve doğal zenginlikleri yönünden en ilginç bölgelerinden biridir. Bölgenin en önemli mimari eserleri, ahşap yapıların dış yüzlerinin taklit edildiği kaya mezarlarıdır. 

Antalya ile Fethiye körfezleri arasındaki Akdeniz’e uzanan yarımada, antik coğrafyada Likya olarak adlandırılmıştı. Günümüzde Teke Yarımadası olarak bilinmektedir.

Bölgenin güney sınırı Akdeniz ile belirlenmiş; doğu, batı ve kuzey sınırları ise tarihi süreç içinde dönemlere göre değişiklik göstermiştir. Antik yazarlara göre; Antalya’nın hemen batısından başlayıp güneybatıya doğru uzanan Beydağları, Akdağ silsilesi ve onların kuzeybatı doğrultusundaki uzantısı, Likya’nın kuzey sınırını oluşturmaktadır.

Bölge, yöresel gelenekleri ve özellikle kendine özgü mezar mimarileri ile Anadolu’nun en ilginç bölgesi olup, şehirler genellikle kıyılarda ve bölgenin kalbi kabul edilen Ksantos ile Arkandos vadilerinde kurulmuştur. Kendi dil ve alfabeleri ile tanınan Likyalılara ait yazıtların bir kısmı son yıllarda günümüz dillerine çevrilmiştir ki, bunların çoğu mezar yazıtlarına aittir.

Likya bölgesi, büyük, orta ve küçük ölçekli kentler, liman kentleri, askeri ve yarı çiftlik ve kule yerleşimlerinden oluşmaktadır. Bölgede görünür kalıntıların çoğu Roma ve Bizans dönemine aittir. Dağlarda yoğunlaşan klasik yerleşimlerinde mutlaka rastlanan kalıntılar, zeytinyağı ve şarap işlikleri, tarım teraslarıdır. Nüfusun büyük çoğunluğunu barındıran bu kırsal yerleşimler hem kendilerini hem de bağlı oldukları büyük kentleri beslemektedir.

Antalya ve Muğla arasında kalan bölgede hüküm süren 23 küçük devleti Likya Birliğini oluşturmuşlardı. Başlıcaları Faselis, Olympos, Arikanda, Myra, Patara, Xsantos, Leton, Telmessos (Fethiye), Simena (Kekova) ve Limira’dır. Her şehir devleti kendi iç işlerinde serbestçe hareket edebilirken, dış politikada ve birliği ilgilendiren kararlarda ortak biçimde hareket eden farklı bir oluşumdu Likya Birliği.

Bazı tarihçilere göre ‘‘Antik çağın en demokrat birliği’’ olarak biliniyor. Patara’da bulunan Likya Birliği Meclisi, dünyanın bilinen en eski ve en demokratik meclislerinden biridir. Öyle ki bu meclisin kadın başkanı bile vardı. Bu, eski dünyada neredeyse başka örneğine rastlanmayan bir durumdu.

Anadolu’nun has evlatları olan Likya uygarlığı ve birliği her zaman saygı duyması ve örnek alınması gereken bir oluşumdu.



14 Ekim 2017 Cumartesi, Likya…

Türkiye’nin güney batısında, Antalya Körfezi ile Fethiye Körfezi arasında Akdeniz’e doğru uzanan Teke Yarımadası antik şehirlerle dolu. Eski çağlarda Likya olarak bilinen bu yarımada Yüzyıllar öncesine, Truva Savaşı’na götürdü beni. Likya topluluğu yerleşkesinin günümüzdeki adı, bölgeye Anadolu Selçuklu Devleti döneminde yerleştirilen Teke Boyu’ndan gelmektedir. +

Likya adına ilk kez 1958-61 yılları arasında İvriz İlköğretmen Okulunda, Homeros’un Truva savaşını anlatan İlyada ve  Odesa Destanında rastlamıştım. İkinci kez karşılaşmam 2012 yılında İstanbul Arkeoloji Müzelerini gezerken, Osman Hamdi Bey Salonundaki Likya Lahdi sayesinde oldu.

Mitolojiler ve efsaneler masalımsı bir hava taşısa da tarihe yön veren önemli bir ölçüt olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu özelliktir ki Çanakkale’nin coğrafi ve siyasi açıdan önemi, dillere destan Truva Savaşı sayesinde yayılmış ve milletlerin aklında yer etmiştir. Bu nedenle Truva Savaşı biraz da Anadolu Kurtuluş savaşlarından biri olarak görülmektedir bazı tarihçilerce.



Likya birliği bu bölgedeki antik kentlerin oluşturduğu bir federasyon ve daha sonra da Roma İmparatorluğu’nun bir eyaletidir. Yönetimde dünyada ilk kez eyalet sistemini uyguladılar. Anayasalarının ilk 4 maddesi bugünkü ABD anayasasının temeli oldu. Kendi paralarını bastılar. Ticaret yaptılar. Dillerini geliştirdiler. Nüfusları 200 bin oldu. Mısır, Yunan ve Roma egemenliğinde kalmalarına rağmen özgür bir toplum olarak insan haklarını savundular.

Kendilerine ait bir dile, özgün bir kültür ve sanat yapısına sahip olan halkı Likyalı yapan, üzerinde yaşadıkları topraktı. Özellikle dorukları tutmuşlardı. Kentlerini doruklara, ulaşılmaz yamaçlara yerleştirmişlerdi. Birkaç istisna dışında Likya’nın tüm önemli kentleri kıyıdan içeride, doruklara yakın yerlerde kurulmuştu. Tapınakları, tiyatroları ve diğer büyük binaları bugün hala Teke Yarımadası’nda ayakta duruyor.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde Likya lahdini gözden geçirirken, birçok kez filmini izlediğim  Truva Savaşı gözümde canlanmış ve aşağıdaki dizeleri tekrar hatırlamamı sağlamıştı.

“…Sevgili Apollon! Hadi git şimdi!

Al götür Sarpedon’u kargı yağmurunun altından!

Sil gövdesinden kara kanı!

Götür uzaklara! Xanthos’un sularında O’nu yıka!

Tanrı merhemi sür gövdesine! Tanrısal rubalar giydir!

Hızlı kılavuzlara ver! Götürsünler Sarpedon’u!

Ver ikiz tanrılara! Uyku ile Ölüm ’ün eline

Çabuk götürüp bıraksınlar semiz Lykia toprağına!”

Homeros’un Truva savaşını anlatan İlyada Destanı’nda Likya’nın adı yukarıdaki dizelerdeki gibi geçiyor.  Görülüyor ki Likya Anadolu’nun bilinen en eski kurtuluş savaşının kahramanlarından Sarpedon ve Apollon’ un yurdudur Sarpedon ve Apollon ’un anayurdu olarak karşımıza çıkan Likya, bazılarına göre ”Güneşin ülkesi Likya”, bazılarına göre de ”Işık ülkesi Likya” olarak tanıtılmaktadır. Aslında Likya, “Lyk” sözcüğünden dilimize geçmiş olup, ışık anlamındadır.


Güneşin ülkesi Likya bölgesini, Kalkan merkez olmak üzere, bir hafta süreyle gezdik. 14 Ekim-21 Ekim 2017 tarihleri arasında Club Kalkan Patara Evleri’nde konakladık. Konaklama yerimiz bölgenin tam ortasındaydı, gezilerimiz için büyük avantaj oldu. Fethiye ve Fethiye Ölüdeniz’i yıllar önce görmüştüm. Antalya, Kemer ve yöresi de iyi bildiğimi sandığım yerlerdi. Bir efsane olan Kaş Kalkan ve içinde bulunduğu Teke Yarımadası ki Likyalıların Güneşin Ülkesi olarak bildikleri yerdi. Bölgeyi içselleştirmenin yolunun Likya ve Likyalıları tanımaktan geçtiğinin farkına vardım ve tanıtma gereğini duydum.

Mitolojiye göre “Likyalılar Girit’ten gelmedir. Europe’nin oğulları Sarpedon ve Minos Girit Krallığı için savaşmışlardır. Minos, savaşı kazanınca Sarpedon’u yandaşlarıyla birlikte Girit’ten kovdu. Bunlar Asya’ya, Milyas’a geldiler. Bugün Likyalıların oturduğu toprakların adı Milyas idi. Milyaslılara Solymler denirdi. Likyalılar Milyas’a geldiklerinde Termil adını taşıyorlardı. Bugün de komşuları onlara Termil der.



Antik çağda, Dalaman Çayı’ndan başlayarak Antalya yakınındaki Phaselis’i de içine alan ve bugün Teke Yarımadası olarak bilinen bölgeye antik çağda Lykia denilmekteydi. Teke Yarımadası, Antalya Körfezi ile Fethiye Körfezi arasında Akdeniz’e uzanmakta olup, Antalya Fethiye arasında yarım daire şeklinde denize çıkıntı yapmıştır. Akdeniz’in kuşattığı bu çıkıntının Kuzeydoğu tarafını ortalama 1150 metre yüksekliği ile Beydağları, Kuzeyini Elmalı dağları Kuzeybatısını ise Akdağlar çevrelemiştir. Dantel gibi işlenmiş koylarında dağlık ormanlarla deniz buluşmakta ve yeşil ile mavi birlikte dans etmektedir. Likya, içinde barındırdığı tarihi eserlerle de adeta açık hava müzesi olup Anadolu’nun en gizemli bölgesi durumundadır.

Antik Likya bölgesinde kalan yarımadada, binlerce yıl önceden günümüze birçok antik kentin kalıntıları ulaşmıştır. Başlıcaları Faselis, Olympos, Arikanda, Myra, Patara, Xsantos, Leton, Telmessos (Fethiye), Simena (Kekova)   ve Limira’dır. 23 şehir devletinden oluşan Likya, “Likya Birliği”  olarak adlandırılan ulusal bir devlettir. Teke Yarımadası üzerindeki Likya Birliği tarihteki ilk demokratik birlik olup, günümüz demokratik sistemleri için de esin kaynağı olmuştur.

Likya birliği bu bölgedeki antik kentlerin oluşturduğu bir federasyon ve daha sonra da Roma İmparatorluğu’nun bir eyaletidir. Yönetimde dünyada ilk kez eyalet sistemini uyguladılar. Anayasalarının ilk 4 maddesi bugünkü ABD anayasasının temeli oldu. Kendi paralarını bastılar. Ticaret yaptılar. Dillerini geliştirdiler. Nüfusları 200 bin oldu. Mısır, Yunan ve Roma egemenliğinde kalmalarına rağmen özgür bir toplum olarak insan haklarını savundular.



Likya Birliği antik çağlarda bilinen ilk ve tek birlik değildir. M.Ö. 8. yüzyılda Anadolu’da “İyon Birliği” ve ardından Yunanistan’da çok sayıda yerel birlikler kurulmuştu. Devlet yapısı, antik çağ birlikleri arasında en demokratik olanıdır. Olanıdır çünkü Yunanistan birliklerinin milletvekilleri ve meclis başkanları genelde asker kökenli iken, Likya’da yöneticiler ve milletvekilleri daha çok sivillerden oluşmaktaydı. Atina demokrasisinde başkanlar “ömür boyu” o görevde kalma hakkına sahipken, Likya’da başkanlar bir yıllığına ve her seferinde bir başka kentten seçilmekteydi. Antik çağ birliklerinin hiç birinde kadın üye bulunmazken, Likya Birliği’nde kadınlar büyük olasılıkla meclis başkanı seçilebilmekteydi.

Likyalılar tamamen kendilerine özgün bir mimari tarz ve kültür yaratmışlar. Bölgede en bol bulunan yapı malzemesi ahşaptan yaptıkları karakteristik evleriyse yapılandıkları körfeze hâkimdi. Öyle ki körfez çevresindeki yamaçlarda amfi tiyatro olacak şekilde evlerini yapmışlardı. Likyalılar için ölüm bir son değil, başka bir yaşama başlangıçtı. Yeni yaşam bu yeni mekânlarda da eskisi gibi devam edebilsin diye, mezarlarını ve lahitlerini sivri kemerli çatıları olan ahşap evlerinin biçimde yaptılar. Bu mezarlar Likya toprağının her köşesine attıkları imzaları oldu.  Likyalılar, hala ülkelerinin her yanını kaplayan ünlü Likya mezarlarında yaşıyorlar.

İnsanların ölümden sonra da yaşamlarını sürdürdükleri ve bu nedenle de ölümden sonra da yaşamlarındakine uygun bir konut yaptırma inançları birçok kültürde olmasına karşın, hiçbir yerde Anadolu’daki kadar yaygın bir şekilde görülmemektedir. Ölüyü eve benzer bir mezara gömme adeti Anadolu’da İ.Ö. 3. Binin 2. yarısından başlayarak Roma İmparatorluk devrinin sonlarına değin kesilmeksizin sürmüş ve bunun sonucunda da mimari anlamdaki birçok mezar yapısı oluşturulmuştur. Anadolu’da görülen değişik mezar tiplerinden birisi de lahit’tir. Likyalılardan günümüze ulaşan eserlerin başında Likya Kentlerinin bazılarında kayalara oyulmuş mezarlar ile dört bir tarafa serpilmiş Lahitler gelir. Bu Lahitlerin en görkemlisi bugün Kaş (Andifli)’ta Uzun çarşı Caddesinde bulunan ve halk arasında Kral Mezarı olarak adlandırılan Likya Yazılı Anıt Mezardır. Eser, tek bloktan oluşmuştur ve üzerinde sekiz satırlık Likya dilinde kitabe vardır.


Günümüze iyi bir konumda gelen ve tek bir bloktan yapılmış olan bu lahdin 1,5 m. uzunluğundaki alt kısmında boncuk motifleri ve sekiz satırlık Likçe bir kitabe vardır. M.Ö. IV. yüzyıla tarihlenen bu mezarın kitabesi okunamadığından kime ait olduğu anlaşılamamıştır. Bu kaidenin üzerine dikdörtgen prizma şeklindeki anıtın sandukası oturtulmuştur. Kapağın kuzey-batı alınlığında sopasına dayanmış, sağ bacağını sol bacağının üzerine atmış, üzgün görünümlü bir erkek ile bir kadın figürü işlenmiştir. Güney-doğu alınlığında ise ayakta duran ve uzun bir manto giymiş bir kadın figürü görülmektedir. Ayrıca lahit kapağının her iki yanına da aslan kabartmaları işlenmiştir. Kapağın batı tarafı pencere şeklindedir.

Romalı tarihçi Livius, Patara’yı “Likya Birliği’nin merkezi” olarak tanımlamıştır. 1988’de başlayan Patara kazılarının daha ilk yılında, Tiyatro’nun kuzey karşısında ve yönü doğudaki Agora’ya dönük görkemli kalıntının ancak bir Birlik Meclisi olabileceği savlanmış. 2000 yılında başlanan kazı çalışmalarıyla ortaya çıkan yapı tiyatro benzeri mimarisi ve önündeki revakta ele geçen, değişik kentlerden Likyalıların heykelleri için yazılmış, çok sayıda kaide yazıtı ile bu görüşün doğrulandığı düşünülmektedir.

Prof. Dr. Fahri Işık ve ekibi tarafından 1988 yılından beri kazıları sürdürülen Patara Antik Kenti, arkeolojik ve tarihsel değerlerinin yanında Akdeniz kaplumbağaları Caretta-Carettaların milyonlarca yıldır yumurtalarını bırakıp yavruladıkları ender sahillerden biri olması ile de ayrı bir öneme sahiptir.

Antik kent, Roma Dönemi’nde önem kazanmış ve Bizans Dönemi’nde Piskoposluk merkezi olmuştur. Bu dönemde Arap akınlarına uğramıştır. Türkler XII. yüzyılın daha ilk yarısında yörenin önlerine kadar gelmişler yörede etkili olmaya başlamışlardır. 1148 yılındaki II. Haçlı seferi yazarları Türklerin şehrin yakınlarına kadar geldiklerini halkın bu sebeple verimli tarlaları ekemediklerini yazmışlardır. Türkler 1176 savaşından sonra Diyarı Rum-a kesin olarak yerleşme azminde olduklarını göstermişlerdir.

II. Kılıçaslan 1182 yılında Antalya’yı kuşatmış fakat şehri alamamıştır. III. Kılıçaslan zamanında yeniden denizlere açılma hareketi başlamıştır. Bunun en önemli ispatı 1205 yılında Sparta yöresinin fethidir. Burada adı geçen Spartanın şimdiki Isparta veya Antalya’nın batısındaki Patara olduğu söylenir. Daha sonra Kaş ve çevresi Anadolu Selçuklu topraklarına katılarak Andifli adını almıştır.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıfladığı sıralarda XIII. Yüzyılın sonu XIV. Yüzyılın başlarında bu bölge Hamidoğullarının Antalya şubesinin yani Tekeoğullarının eline geçmiştir. Tekeoğulları döneminde bu bölgede imar ve kültürel faaliyetler Selçuklu dönemine göre artış göstermiştir. Tekeoğulları döneminde Antalya ve çevresi bir süre Kıbrıs Krallığının eline geçse de Mehmet Bey (Teke Bey) burayı tekrar almayı başarmıştır.

Bu bölge Osmanlı Devletinin eline Yıldırım Beyazıt zamanında geçmiştir. Zaman zaman Karamanoğulları ve bazı Avrupalı devletlerin saldırılarına uğramış olsa da Anadolu eyaletine bağlanmış ve bu durumunu sonraki dönemlerde de devam ettirmiştir.

Likyalılar Romanın Eyaleti oldukları dönemde  Şehirlerarası yollarını bir kayaya işleyerek dünyanın ilk yol haritasını yapmışlar. Bu da ticarette büyük bir atılım yapmalarını sağlamıştır. Kaş’ta yaşayan bir İngiliz tarihçi Kate Clow tarafından 1999 yılında kaya üzerindeki yol haritası bulunmuş. Bu yol haritasındaki 509 km uzunluğundaki Likya yolu, dünyanın en uzun ve en güzel yürüyüş yolu olarak biliniyor. Tamamını yürümek 40 gün sürüyormuş. Yılda 10 bin yabancı turistin bu yolu yürüdüğü söyleniyor. Biz bu yolda yürüyemedik ama bölgenin yüzde seksenini gezme, görme ve tanıma fırsatı yakaladık.

Likya, tarih ve doğa severler için keşfedilmeyi bekleyen bir hazinedir. Daha fazla bilgi için AKINCI 944 - Güneşin Ülkesi Likya (mehmetakinci.com.tr) .








OLYMPOS ETEKLERİNDEKİ ÇAMYUVA KEMER




Olimpos’un eteklerinde yer alan Kemer Çamyuva beldesi, cazibesiyle gezginleri kendine çekmeyi sürdürüyor. 

Güneşli bir günde denizde sırtüstü süzülürken bakışlarınız kaçınılmaz olarak görkemli Tahtalı Dağı-Olympos’a çevrilir. Olympos teleferik istasyonunun taçlandırdığı zirvesi 2.365 metreyle Türkiye’nin denize yakın en yüksek zirvesidir. 

Yeri gelmişken bir mit ve doğa hikayesi anımsayalım ki Çamyuva Beldesinin önemi ortaya çıksın. Tüm tanrıların babası olan kudretli Zeus’un, siz yüzerken gökyüzüne şimşekler fırlattığını hayal edin.  

Tahtalı Dağı’nda Zeus ve kraliçesi Hera bir zamanlar göksel bir saraya hükmetmişlerdi. Onların ilahi soyları, rüzgârın güçlerine dair fısıltıları taşıdığı dağlarda yankılanıyordu. 

Zeus’un meskeninden çok da uzak olmayan bir yerde deniz tanrısı Poseidon hüküm sürüyordu. Hakimiyeti hem karaya hem de okyanusa uzanıyordu ki bu, hesaba katılması gereken bir güçtü. Siz suda yüzerken, belki de Poseidon’un üç çatallı mızrağı dalgaların altında hareket ederek size onun varlığını hatırlatıyor olabilir. 

Olympos adı bile Antik yankıları çağrıştırıyor. Yunan mitolojisinde Olympos “Büyük Dağ” anlamına geliyordu. Dünya çapında yirmiden fazla zirve bu adı taşıyor, ancak hiçbiri kuzeydoğu Yunanistan’daki tanrıların efsanevi evi olan Teselya zirvesi kadar büyük değildi. 

Tahtalı Dağı da bir zamanlar bu ilahi unvanı taşıyor, maceracılar ve kampçılar için bir sığınak sunuyordu. Oksijen bakımından zengin havası ruhu dinlendiriyor ve panoramik manzaralar oldukça büyüleyicidir. Mutlaka görmelisiniz. 

Tırmanmaya meraklı değilseniz korkmayın; dünyanın en uzun teleferiği, Olympos Teleferik sizi sadece 10 dakikada zirveye çıkaracaktır. Oradan deniz, masmavi ve altın rengi bir tuval gibi önünüze uzanıyor olacaktır. Tahtalı zirvesi yıl boyunca farklı mantolara bürünür. İlkbaharda Sahra rüzgarları onu kırmızımsı bir renkle kaplarken, kış onu kar ve buzla kaplar.  

Zirve çok geniş olmasa da tüm hava koşullarına açık durumdadır. Bulutlar çoğu zaman onu kucaklar ve onu bütün gizemiyle örter. İster dağcı olun ister hayalperest, Tahtalı Dağı sizi evcilleşmemiş güzelliğine tanık olmaya davet ediyor. 

Denizde süzülürken Zeus’un fırtınalı ruh hallerini ve Poseidon’un derin kahkahalarının çağlar boyunca yankılandığını hayal edin. 

Sevgili gezgin, unutma lütfen… Çamyuva sadece bir yer değil, yaşanmayı bekleyen bir deneyimdir. Yolculuğunuz mucizelerle ve kolaylıklarla dolu olsun. 

 


2 Eylül 2013, Çamyuva Kemer… 

Kemer Çamyuva’ da, denizde sırtüstü yüzerken, ne zaman kıyıya baksam Tahtalı Dağları ile zirvedeki teleferik istasyonunu görüyor, Homeros’un İlyada ve Odisse adlı yapıtı, Yunanistan ile birlikte Tanrılar tanrısı Zeus ve Olympos karşıma çıkıyor.  

Beydağları Milli Parkının Tahtalı Dağındaki Olympos’ta; Zeus karısı Hera ve geniş hanedanlığına ait tanrı ve yarı tanrının hüküm sürdürdüğü bir sarayın bulunduğuna dair tarihi inanç ve anlatımlar okumuştum. 

Tahtalı Dağının zirvesinde güçlü fırtına cepheleri ve ürkütücü yıldırımlar ile sergilenen muazzam bir doğa olayına tanıklık edenlerin, eski çağ insanları ile empati kurması çok doğaldır. Ben de zihnimde tüm tanrıların babası olan Zeus’un sinirli ve hoşnutsuz halini yıldırımlar salarak bildirmesini hayal etmiştim sırt üstü yüzerken. 

Zeus’un kudretli kardeşi Deniz Tanrısı Poseidon’un burada da hüküm sürdüğü, deniz ve yeryüzü güçlerinin hakimi olduğunu okumuştum. 



Tahtalı Dağı ve Olympos… 2365 metre yüksekliği ile Türkiye’nin denize yakın en yüksek dağı Tahtalı, antik çağda Tanrılar Dağı’ydı. Mitolojide Olympos olarak adlandırılan bu muhteşem dağ, Beydağları Milli Parkı’nın en yüksek dağıdır. Antalya ile Finike arasında, tahtına kurulmuş tanrısal bir kral gibi Akdeniz’i gözetlemekte ve kollamaktadır. 

 “Olympos” kelimesinin eski Yunanca ‘da “Ulu Dağ” anlamına geldiğine inanılmaktadır.  Dünya üzerinde yirmiden fazla dağ ve tepe bu adı taşımaktadır. Bazılarının yakınlarındaki kasaba ve şehirler de bu adı almıştır. Bu tepelerin en ünlüsü, Yunanistan’ın kuzey doğusunda bulunan, eski Yunan tanrılarının evi sayılan, Thessalian tepesidir. 



Tırmanış, yürüyüş gibi sporların da yapıldığı Kemer Çamyuva‘ daki Olympos Dağı kampçıların da uğrak yerleri arasında yer almaktadır. Bol oksijeni ile rahatlatıcı olan havası adeta tabiatla tedavi edecek düzeydedir. Muhteşem manzarası ve doğal güzellikleri ile insanı büyüleyen Olympos Dağı görülmeye değecek en önemli yerlerden biridir. 

Diğer taraftan, kampçı ve dağcı yönünüz yoksa teleferiği tercih etmelisiniz. Dünyanın en uzun teleferiği olan ”Olympos Teleferik” ile 10 dakikada dağın zirvesine ulaşırsınız. Onun denize yakınlığı, kendisini denizciler için uzaktan görülebilir kılmaktadır. 



Dağın zirvesi kasım ayından, bazen, haziran ayına kadar kar ve buzla kaplıdır. İlkbaharda Sahra rüzgârlarının tozlarıyla kırmızı kahverengine dönüşür. Tahtalının ana doruğu çok geniş değil. Üstelik hemen her türlü hava akımına açık… Hava koşulları ne olursa olsun ayrıcalıklı haller dışında bir bulut tabakasının dağı çevrelediği görülecektir. Yazları bulutlar dolayısıyla sıkça görünmez olur. Denize yakınlığından olsa gerek, en güneşli günlerde başka dağların etrafında bulut bulunmaz, fakat Tahtalının çevresinde bulunur. Dağa tırmananların gözlemlerine göre, yaklaşık 1900 metre yükseklikte bitkisiz bölge başlar. Bütün bunlara rağmen, Olympos tanrısal bir dağdan fazla özelliklere sahiptir. Eşsiz hayvan varlığı olarak bilinen fauna ve bitki varlığı olarak bilinen florası ile serüven dolu ismini taşıdığı ” Olympos, Beydağları Milli Parkı” bütün Cennetvari özellikleri kendinde toplar. 



Zengin biyolojik çeşitlilik, epik ve jeomorfolojik oluşumlar parkın görülmeye değer doğal ve jeolojik güzellikleridir. Göynük Kanyonu, Kesme Boğazı, Beldibi Kanyonu ve cadı kazanları bunlar arasında sayılabilir. Deniz seviyesinden itibaren 2365 metrelik yükselti farklılığı, Milli Parka, değişik bakı özelliği ile zengin biyolojik çeşitlilik kazandırır. 

Akdeniz Bölgesi’nin bütün iklim tipinin bitki topluluklarını sergileyen bitki örtüsü, deniz kıyısında kızılçamlar ile başlar, yükseldikçe karaçam ve 1000 metrenin üstünde ardıç, sedir ağaçları görülür. Park sınırları içinde 865’ e yakın bitki türü ve bunların içinde de 25 adedi bölge endemik bitkilerinden olup sadece bu bölgede yetişmektedir. Milli Parkta yaban keçisi, şah kartal, vaşak, karakulak, kurt gibi ender memeli türlerin yanı sıra Türkiye’de bulunan 465 kuş türünün 72 adedi bu bölgede barınmaktadır. Ayrıca burada 3 tür endemik kelebek yer almaktadır. 



Antik Çağ’daki adı ”Olympos” olan en yüksek dağımızın Tahtalı olması da ilginçtir. Bu dağ ve yamaçları, göçmen kuşlardan olan ”dağ güvercinleri” için konaklama yeri olarak biliniyor. Kuzeyden, kalabalık sürüler halinde gelen dağ güvercinlerinin en sevdikleri ve dinlendikleri yerdir Olympos’un etekleri. Dağ güvercinleri, yerli halk tarafından ”Tahtalı” olarak bilindiğinden, dağın eteklerinde kurulan yerleşim yerlerinden bazıları da tahtalı olarak bilinmektedir. Mitolojideki Olympos Dağı olmuş böylelikle Tahtalı Dağı.