İSTANBUL SULTANAHMET MEYDANI


Her yıl on binlerce yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiği Sultanmeydanı ve çevresi tam bir tarih hazinesidir. Çevresinde; Topkapı Sarayı, Ayasofya Müzesi, Sultanahmet Camii, Yerebatan sarnıcı, Obelisk, Dikili Taş, Yılanlı Sütun gibi birçok tarihi ve paha biçilmez eserlerin bulunduğu bu meydan, İstanbul turizminin kalbinin attığı yerdir. Yedi tepeli İstanbul’un birinci tepesinde yerini almış.

Doğu Roma İmparatoru Septimus Severus bu günkü yerine M.S 193-211 yılları arasında ilk ahşap hipodromu yaptırmış. Bu demektir ki Sultanahmet Meydanı yaklaşık 19 yüzyıl gibi uzun bir zamanın tanığı…

Septimus Severus tarafından yaptırılan ahşap hipodromun yanması üzerine, 306-337 yılları arasında, İmparator Konstantin tarafından yeniden tasarlanarak genişletilen Hipodrom, değişik İmparatorluk bölgelerinden getirtilen tarihi eserlerle donatılmıştır.


Atların, at binenlerin, araba ve at yarışlarının meydanı anlamına gelen” hipodrom”, eski dünyanın, özellikle Roma ve Bizans İmparatorluğunun eğlence yerlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Romalı ve Bizanslılar için arena ve hipodromlar, siyasal yaşamın da önemli parçalarıdır. Günümüzde 100 000 kişilik stadyumların yerini, o dönemlerde arena ve hipodromlar almış.

Hipodromun eni 117 metre, boyu 480 metre olmak üzere, kapladığı alan, yaklaşık 60 000 m2 dir. Bu büyüklükteki bir hipodromun kapasitesi 100 000 kişiliktir. Roma’nın dev arenası Kolezyum’un kapasitesinin 60 000 olduğu anımsandığında Sultanahmet Hipodromunun büyüklüğü daha iyi anlaşılır. O dönemde hipodromlar, 100 000 kişiyi bir alanda toplayıp, festivaller ve vahşi hayvanlarla yapılan dövüşleri seyrettirerek, halkın nabzını da tutma yeriydi.
Halkı eğlendirmenin ve yönlendirmenin mükemmel araçlarından biri stadyum ve hipodromlardır. Eğlence ve stres atmanın yolu günümüzde futbol olurken, o dönemlerde, arenalarda gerçekleşen kanlı dövüşler ve hipodromlardaki araba ve at yarışları olmuş. Başrolünü Charlton Heston’un oynadığı 1959 tarihli bir yapım olan” Ben-Hur” filminde bu konu antitez olarak işlenmiştir. Ben-Hur filmini gözünüzde canlandırın lütfen heyecan fırtınasını hissedebilmek için.

Venedik’te San Marco Meydanını gezerken, San Marco Katedrali’nin giriş alınlığında Mahşerin Dört Atlısı olarak tanımlanan bronz 4 at heykeli dikkatimizi çekmişti. Rehberimiz İstanbul’dan getirildiklerini söylemiş ve kısa hikâyesini anlatmıştı.

Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı seferlerinin maddi ve manevi yönden en büyük destekçisi olan Venedik Cumhuriyeti şövalyeleri girdiği birçok ülkede değerli olan ne varsa yağmalamışlardır. Bu tür yağmalardan Bizans’ın başkenti olan İstanbul da nasibini almıştır. 1204 yılında yağmalanan İstanbul’da, ele geçirilen bronz at heykelleri San Marco Kilisesinin terasında karşımıza çıkmaktadır. M.Ö 4.yüzyılda, Yunanistan’da yapıldığı sanılan bu atlar, antik çağdan günümüze sağlam olarak ulaşan ender heykellerdir.

Bizans İmparatoru II. Theodosios, Büyük İskender’in ünlü heykeltıraşı Lisippos’un yaptığı altın kaplamalı bronz at heykellerini, Sakız Adasından söktürüp Hipodromun yüksek ve ihtişamlı kapısı üzerine yerleştirmişti. İhtişamlı kapı üzerine yerleştirilen atlar, büyüklükleri kadar anatomik açıdan da mükemmel görünümleriyle çok etkileyici heykeller olarak biliniyor. Nitekim günümüz Avrupa’sının birçok şehrindeki zafer taklarının üzerinde birebir kopyaları yer almaktadır.

Bizans İmparatorluğunun önemli yapıları ve abideleri hipodrom çevresinde yapılanmış. Büyük Saray diye bilinen İmparatorluk Sarayı ve hipodromdaki” Kathiçma” denilen İmparatorluk locasının, şimdiki Sultanahmet Camisinin bulunduğu yerde yapılmış olduğu söylenir. Hipodromun yanından başlayan Büyük Saray, sahile kadar uzanırmış. Günümüzde bu saraydan kalan kalıntılar, sadece, büyük bir salonun yer mozaikleridir. Mozaikler dışındakilere gelince; Örme Dikilitaş, Mısır’dan getirtilen Obelisk, Delfi’deki Apollon tapınağında getirilen Yılanlı Sütundur. Yılanlı sütunda birbirine sarılan üç yılanın kafaları yok olmuş, yalnız gövdeleri kalmıştır.

Hipodrom ile kentin en önemli meydanı Agustein arasında bulunan Milerium Zafer takı, Roma’ya kadar uzanan yolun başlangıcı olarak kabul edilmiş ve ilk kilometre taşı buraya dikilmiş. Ayrıca; hamamlar, mabetler, dini, kültürel, idari ve sosyal merkezler de hipodrom çevresine yerleşmişler.

1453 Yılında İstanbul’u topraklarına katan Osmanlı İmparatorluğu, hipodromun özelliklerini bozmamıştır. 1204 yılında, Haçlıların işgaliyle zarar gören hipodrom, fetih sonrasında zaten harap durumdaymış. Osmanlı Padişahları, Bizans’tan kalan bu yapıyı, kendi geleneklerine uyarlayarak, önemsenmesini ve günümüze kadar gelmesini sağlamıştır. Fetihten sonra hipodrom cirit oyunları için uyarlanmış ve” At Meydanı” adını almıştır.

Osmanlı döneminde at ve at üzerinde gerçekleştirilen cirit oyunları önemli etkinliklerden biriydi. Bir bakıma, savaş oyunlarının birer provası olan cirit oyunları gerçekleştirilirdi. Sürekli akınlar düzenleyerek, yeni yerler ve ülkeler fetheden Osmanlı ve askerleri günlerce at sırtında kaldıklarından, cirit oyunları vazgeçilmez etkinlikler arasında yer almaktadır.

Onlarca kez ziyaret ettiğim Sultanahmet Meydanı’na, T1 olarak bilinen, raylı sistemle ulaşılır. İster Karaköy tarafından, isterseniz Topkapı tarafından gelin Sultanahmet durağında inmelisiniz. Özsüt, Mado ve Tarihi Sultanahmet Köftecisi yiyecek içecek ihtiyaçlarınızı karşılayacak mekânlardır. Özellikle Sultanahmet Köftecisi…


1920 yılından beri Dünyaya nam salmış Sultanahmet Köftecisi’nden daha sonra köfte yemek üzere, arkanızda bırakarak karşıya geçiyorsunuz. Mehmet Akif Ersoy Parkı’na girmeden solunuza bakarsanız Firuz Ağa Camisi beni de ziyaret etmelisiniz der gibi durmaktadır. II. Bayezid’in Hazinebaşı Firuz Ağa tarafından 1491 yılında yaptırılmıştır. Kare plan üzerine tek kubbeli olarak yaptırılan cami Bursa tarzını yansıtır. Kesme taştan yapılmış olan caminin kubbesi 8 köşeli bir kasnak üzerine oturtulmuştur.

Firuz Ağa Camisini dönüşte ziyaret etmek üzere, Mehmet Akif Ersoy Parkı’na giriyorsunuz. Fatih Belediyesi’nin Kültür Sanat Etkinliklerini gerçekleştirdiği sahne ile sahne üzerinden Osmanlının ilk 6 minareli camisinin minarelerinden birkaçı ile karşılaşırsınız. Biraz daha ilerlediğinizde İstanbul turizminin kalbinin attığı Sultanahmet Meydanı’na girmiş olursunuz. Girer girmez de ilk gözünüze çarpanlar Alman Çeşmesi ile arkasında, sağ tarafta restorasyonda olan 1. Ahmet Türbesi olacaktır.

Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Padişah II. Abdülhamid’e hediye ettiği çeşme 1901 yılında Almanya’dan getirilmiş. Alman İmparatorunun 1898 de ikinci kez İstanbul’a gelişinin anısına yapılmış. Koyu yeşil mermerler ve altın mozaik parçaları kullanılarak Osmanlı için tasarlanan bu çeşmenin karakteristik bir özelliği olmadığını söylüyor bu konudaki uzmanlar. İmparatorun gelişi olan 1889 yılında Alman tüfeklerinin Osmanlı Ordusuna satışını, ikinci gelişinde de İstanbul-Bağdat Demiryolu inşaatının Alman firmalarına verilmesini sağlamış.

Mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden bir eşi ve benzeri olmayan Ayasofya da hipodroma komşu olan yapılardandır. Meydanın kuzey-doğu ucunda bulunmaktadır. 532 yılında yapımına başlanıp, 537 yılında ibadete açılan Ayasofya; 916 yıl kilise, 481 yıl cami olarak kullanıldıktan sonra, 1935 yılında müzeye dönüştürülmüş.
Şimdi de sol tarafınızda Ayasofya, önünüzde Hürrem Sultan hamamı ve sağınızda Sultanahmet Camisi’nin bulunduğu alana bir göz atalım. Alanın ortalarında oldukça büyük ve fıskiyeli bir havuz bulunmaktadır. Osmanlı döneminde ahaliden ve adi suçluların idamları bu havuz bölgesinde kurulan darağaçlarıyla infaz edilirmiş. İdamdan önce halka duyurulur, ibret olsun diye halkın seyretmeleri sağlanırmış. Oysa yüksek rütbeli subaylar ve yönetimin önemli kişilerinin infazı Topkapı Sarayı Alay Meydanında bulunan Cellat Çeşmesi önünde, cellat tarafından kılıçla boynu vurularak yapılırmış.

Sultanahmet Meydanındaki idamların gündüz ve halka açık olarak infazı Cumhuriyet döneminde de uygulanmış, 1965 yılına kadar sürdürülmüş. 1965 yılından sonra idamlar gizli, gece ve hapishanelerde yapılmış. 2000’li yıllardan sonra da kaldırıldı.

Gelelim fıskiyeli havuzun arkasında kalan Hürrem Sultan ya da Haseki Hamamına…16. Yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultanın isteği üzerine Mimar Sinan tarafından tasarlanmış ve yaptırılmıştır. Bizans döneminde hamamın yapıldığı yerde Zeus Tapınağı varmış.

Şehrin en güzel hamamlarından olan Hürrem Sultan Hamamı’nda erkekler ve kadınlar için ayrı ayrı bölümler ve her bölüm için farklı girişler vardır. Girişlerde sıcak ile uyumu sağlayan bir süs havuzu, iç kısımdaysa altıgen göbektaşı bulunmaktadır. Hamam, 1910 yılında kapatılmış. Bir dönem depo, gazhane, halı ve kilim mağazası şeklinde kullanılmış. Kapsamlı bir yenileme çalışması geçiren Hürrem Sultan Hamamı 2008 yılında kapılarını tekrar ziyaretçilerine açmış.
Hürrem Sultan Hamamının sağında, Ayasofya’nın tam karşısında bulunan Sultanahmet Camisi’ne uğrama vakti geldi artık. Camiyi yaptıran Sultan I. Ahmed’in en önemli özelliği, Fatih Sultan Mehmed zamanından beri uygulanan ‘’Kardeş Katli’’ kararnamesini yürürlükten kaldırmış olmasıdır. Sultanların bir fetih sonrası elde ettikleri ganimetle yaptırdıkları camiler ‘’Selatin Camileri’’ olarak bilinir. 

İlk kez Sultan I. Ahmed zamanında giderleri devlet hazinesinden karşılanan cami özelliği taşımaktadır Sultanahmet Camisi. Cami, imaret, medrese, hamam, çeşme, darüşşifa, sıbyan mektebi, arasta ve sebillerden oluşan külliye 1609-1616 yılları arasında yaptırılmış. Caminin açılışından kısa bir süre sonra, 1617 yılında, daha 27 yaşında iken hayata gözlerini yummuş.

Sultanahmet Camisi’nden ayrılarak Hipodromun bulunduğu meydana dönelim. Binlerce yılın tanığı olan meydanın, kendisi gibi tarihe tanıklık eden ve günümüze ulaşabilen üç tarihi sütun bulunmaktadır. Mısır Obeliski, Örme Sütun ve Yılanlı Sütundan oluşan bu üç antik esere yakından bakalım.

Mısır Dikili taşı (Obelisk):


Uzmanlarca M.Ö. 15. Yüzyılda Mısır Firavunu III. Tutmasis için yapıldığı düşünülüyor. İstanbul’a Mısır’daki Karnak Köyünden getirilmiş. M.S. 390 yılında I. Theodosios tarafından Hipodroma dikilen onlarca sütundan biri. Üzeri rölyefler ve hiyeroglif yazılarla bezenmiş. Pembe granitten yapılmış Obeliskin tepesinde eskiden tunçtan yapılmış bir küre varmış. Kaidesinin dört ayrı yüzünde kabartmalar var. Bu kabartmalarda İmparatorluk locasının görünüşü ve törenlerin nasıl yapıldığına dair çok nadir bilgi ve belgeler olduğu kabul ediliyor.


Yılanlı (Burma) Sütun:

Birbirine dolanmış üç yılan bedeninden oluşan yekpare döküm bu eserin yılanlarının başı yok. İmparator Konstantin tarafından Yunanistan’daki Delphi Şehrindeki Apollon Tapınağından getirtilmiş. Sütunun döküm tarihi bilinmiyor. Delphi Yunanistan’da önemli bir dini merkezmiş. Kehanet, bilicilik ve ibadet üzerine önemi vurgulanıyor Delphi şehri. Biz yine gelelim Yılanlı Sütuna… Bizans döneminde, Efsaneye göre, kutlamaların ve yarışmaların yapıldığı günlerde yılanların ağzından şarap, süt ve su akarmış. Yılanların başları 17. Yüzyıl sonlarına kadar yerindeymiş.  Ne zaman ve kimler tarafından koparıldığı bilinmiyor.


Örme Dikili Taş (Örmeli Sütun):  

Örmeli sütun 32 metre yüksekliğinde kesme taştan yapılmış bir anıt. Sütunu oluşturan taşların her biri Anadolu’nun değişik yörelerinden getirilmiş. İmparator VII. Konstantin tarafından onarılmış. Efsaneye göre Örme sütunun içinde güçlü bir mıknatıs varmış. Bu mıknatıs İstanbul’u depremlerden koruyormuş. Korumaya da devam edecekmiş. Efsane bu…

Örme Dikili Taşın karşısında, Sultanahmet Meydanı’nın güney-batı ucunda meydana bakan Marmara Üniversitesi Rektörlük Binası bulunmaktadır. İstanbul’da pek çok esere imza atmış olan Mimar Raimondo D’Aronco tarafından, 1883 yılında “Art Nouveau” (Yeni Sanat) tarzında yapılmış. Üç katlı, geniş uzantılı ve kıvrımlı bir ahşapla sonlanan bu yapı, cephesindeki süslemeli taş işçiliği ile dikkat çeker. Bünyesinde İstanbul Cumhuriyet Eğitim Müzesi bulunmaktadır.

Meydanda saat ibreleri yönünde dönmeye devam ediyoruz. Sultanahmet Camisi’nin karşısında ve meydana bakan İbrahim Paşa Sarayı var. Damat Makbul İbrahim Paşa, diğer adıyla Pargalı İbrahim Paşa… Günümüzdeki adı Türk ve İslam Eserleri Müzesi adıyla işlevini sürdüren bu anıtsal yapının Topkapı Sarayı’ndan sonra en büyük yapılanma olduğu söyleniyor. Topkapı’dan sonra 16. Yüzyıldan günümüze ulaşmış tek saray olup, 1520 yılına tarihleniyor.

İbrahim Paşa, Şehzade Süleyman tarafından satın alınan bir esir olup, Kanuni Sultan Süleyman’ın en az kendisi kadar güçlü bir veziri ve sadrazamı olmuş. Kanuni’nin kız kardeşi Hatice Sultanla evlenmiş. Yaklaşık 13 yıl İmparatorluğa hükmetmiş. Güç insanı bozar deyimi Pargalı için de geçerli… Kendini padişahla aynı ayarda tutma heveslerinden ötürü, Kanuni’nin emriyle, 1536 yılında kellesi kesilerek infaz edilen ünlü bir vezir.

İbrahim Paşa Sarayı’ndan sonra, Ünlü Cumhuriyet Dönemi Mimarı Vedat Tek’in eseri Tapu ve Kadastro binasını da geçerek meydana turunu tamamlıyoruz.


İSTANBUL GALATA KADILIĞI




Osmanlı İmparatorluğuna 600 yıl süre ile başkentlik yapmış İstanbul, idari ve yargısal yapılanmasını dört bölge olarak gerçekleştirmişti. Bu yapılanmanın kökeninde kültürel ve sosyolojik farklılıklar da kendini gösterir. Saadet Kapısı olarak adlandırılan İstanbul başta Anakent durumundaki Suriçi Kadılığının yanı sıra, Bilad-ı Selase olarak adlandırılan Üsküdar, Eyüp ve Galata Kadılıkları tarafından yönetilmekteydi.

Osmanlının idari yapılanmasında ve yönetilmesinde kadılıklardan biri olarak bilinen Galata; İstanbul’un Beyoğlu ilçesinin tarihi açıdan zengin bir semtidir. Haliç’in kuzey sahilindedir. İstanbul Beyoğlu İlçesi sınırları içinde yer alan Galata; Tophane, Azapkapı ve Galata Kuleleri arasında konuşlanmıştır. Galata, Haliç ile İstanbul Boğaz’ının kesiştiği noktadır. Ticari açıdan çok elverişli olması başta Venedik Cumhuriyeti olmak üzere bütün Batının ilgisini çekmiştir. Üstelik Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içindedir. Galata’nın en parlak dönemi, 12. yüzyılda, bazı ayrıcalıklarla bölgeye yerleşen Cenovalılar ile başlar.


Bölge bir ara Venediklilerin eline geçerse de 13. yüzyıldan sonra, başkentin Cenova olduğu Ceneviz Şehir Devletinin egemenliğinde bir Latin Kolonisi olur. Bu dönemde Galata; Müslüman, Katolik ve Yahudi cemaatleriyle zengin bir dinler ve diller mozaiği oluşturmuştur. Çeşitli mezheplere, tekkelere ev sahipliği yapmıştır. Mezhep, din ve dil ayırımı yapmadan; Arap, Çingene, Yahudi, Sırp, Arnavut, Cenovalı, Venedikli ve Levanten topluluklarına kucak açmış ve içinde barındırmıştır.

Cenevizlilerin Kolonisi olan Galata, adeta ”Küçük İtalya” olmuştur. Mimari dokusu çok güzel olup, özellikle Fransızlar tarafından yapılan binalarla; İtalya ve Avrupa’nın mistik yerlerini hatırlatır. Galata gemicilerin semti olması nedeniyle, aynı zamanda bir eğlence merkezidir Galata. Eğlence merkezi olmasının yanı sıra, yangınlarıyla da ünlüdür.

Galata.19. yüzyıla gelinceye kadar Galata Cenevizlilerin yaptırmış olduğu surlar içerisinde kaldı. Bu surlar Haliç’in kenarında bugünkü Azapkapı’da başlıyordu. Galata Kulesi surların en kuzeydeki gözetleme kulesiydi ve surlar buradan Tophane’ye kadar iniyordu. Bizans döneminde adı “Sykai” (incirlik) idi. Rumca’da “Karşıdaki İncirlik” anlamında “Peran en Sykais” de denirdi. Levantenlerin kullandığı “Pera” adı buradan gelir. “Galata” ise Rumca “galaktos” (süt) ya da İtalyanca “calata” (merdivenli yol) gibi kökenlere dayandırılır. 

Galata bir Osmanlı şehri olan İstanbul’un Avrupai kısmıdır. Zaten kuruluşundan bu yana da hep Avrupalıdır. Doğulu ve Ortodoks bir imparatorluk olan Bizans’ın başkenti Konstantinapol’ün hemen yanı başında Batılı Latin ve Katolik bir koloni olarak kuruldu. Dönem dönem Venedik ve Cenevizliler arasında el değiştirdi. Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethinden sonra, 29 Mayıs 1453 tarihinde, Cenevizliler, Galata Kolonisi anahtarlarını Sultan Mehmet’e takdim edildi ve Galata’nın teslimi 1 Haziran cuma günü tamamlandı.
İstanbul’un fethinden sonra da durum pek değişmedi. Gerçi Fatih Sultan Mehmet Galata’ya Rum ve Yahudileri yerleştirerek Latin olmaktan çıkarmıştır. Ama hala İslam başkentinin yanı başındaki gayrimüslim bir öğe olarak kaldı. Bu nedenle Galata’nın “karşıdaki” , karşı yaka ya da ‘’Pera’’ olması sadece Haliç’in diğer tarafında olmasını anlatmaz. Aynı zamanda kültürel bir diğer tarafta olmayı da anlatır. 

Galata yalnız bununla da kalmamış, bazen İstanbul’un düşmanlarının tarafında olmuştur. İlk olarak 1204 yılında Latinlerin İstanbul’u işgali sırasında ihanet etmiştir. Bu işgalde Galata Latinlere yardım ve yataklık yapmıştır. Netice de İstanbul barbarca yağmalanıp talan olmuştur. Bu yağma ve talan olayından sonra Bizans'ın çöküşü hızlanmıştır.
Osmanlı’ya da sadık kalmaz Galata. Osmanlının çöküşünde önemli rolü bulunan kapitülasyonların yürütülmesinde Galata ve Galatalı bankerler önemli bir merkezdir. 19. yüzyıldan itibaren Galatalı bankerler aracılığıyla Osmanlı büyük bir borç yükü altına sürüklenecek ve ekonomik olarak yağmalanacaktır. Yine Galatalı Rum bankerler Osmanlı’ya isyan eden Yunanistan’ı parasal olarak destekleyeceklerdir.

Galata kuruluşundan itibaren hep çok canlı bir ticaret merkezidir. Müslüman ahalinin de rağbet ettiği meyhaneleriyle de gece hayatına merkezlik etmiştir. Ama Galata en parlak günlerini 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşayacaktır. Kapitülasyonlara ilaveten 1839 Tanzimat Fermanı ile yeni ayrıcalıklar kazanan yabancılar ve azınlıklar gittikçe güçlenecek, dolayısıyla Galata’da hızla zenginleşecek ve büyüyecektir. 1860’lara gelindiğinde artık Ceneviz surları Galata’ya dar gelecektir. Bu nedenle bu tarihte surlar yıkılacak ve 15.yüzyıldan beri iskân olan bugün Galatasaray Lisesi’nin bulunduğu yere kadar uzayan günümüzün İstiklal Caddesi veya o dönemde Levantenlerin Grand Rue De Pera'sı görülmemiş bir ihtişama kavuşacaktır.

Burada önceleri yabancı ülkelerin elçilik binaları ve kiliseleri vardır. Arkasında büyük malikâneler, lüks apartmanlar, alışveriş merkezleri, eğlence yerleri ve sanat merkezleri ile bu cadde dolmuş, kısa zamanda caddenin etrafında da yerleşim başlamıştır. Levantenlerin Pera olarak isimlendirdikleri Galata’nın bu genişlemiş halini halk Beyoğlu olarak anacaktır. Bu yeni semtin kısa sürede altyapı sorunları çözülecektir. Caddeler taş döşemelerle kaplanacak kanalizasyon yapılacak, elektrik, su ve havagazı şebekeleri döşenecek, ulaşım için atlı tramvaylar konulacaktır. Fakat en önemlisi dünyanın en eski üçüncü metrosu da bu dönemde Galata’da açılacaktır.
Galata bir yandan bankerleri ve borsası ile bir finans merkezidir. Diğer yandan Galata Limanı Avrupa’nın en işlek limanlarından biridir ve uluslararası ticaret çok canlıdır. Grand Rue De Pera veya Cadde-i Kebir Kapalıçarşı’nın yanı sıra ikinci bir alışveriş merkezi haline gelmiş, sadece Levantenler değil batılılaşma heveslisi kesimlerde burada satılan Avrupa’dan ithal mallara aşırı rağbet göstermiştir.

Beyoğlu kafeleri, tiyatroları, barları, operaları, kantocuları, Avrupa mutfaklı lokantaları ve pastaneleri ile bir eğlence merkezidir. Galata, Tanzimat döneminden itibaren Pera tarzı yaşamayı devlet politikası haline getirmiş bulunan Osmanlının batıcı siyasi elitleri için de büyük bir mekteptir. Çünkü Osmanlı insanı Beyoğlu'nun Avrupalı mekânlarından ve Levantenler’ inden batılı gibi yemeyi, içmeyi, giymeyi, eğlenmeyi, konuşmayı ve kısaca batılı olmayı öğreniyordu.

Galata Avrupa’nın hiçbir kentinde rastlanmayacak kadar kozmopolitti. Günümüzde de bu özelliğini korumaktadır. Başta Fransızca olmak üzere bütün Avrupa dilleri konuşuluyordu. İtalyanların, Almanların, Fransızların, İngilizlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Macarların ve Rusların kendi cemaatleri vardı. Sadece mezheplere göre değil, etnik yapıya göre de her grup kendi ibadethanesine sahipti. Bu nedenle çok sayıda birbirinden farklı gruplara ait kiliseler ve sinagoglar yan yana bulunmaktaydı. Şüphesiz Galata’da Müslüman unsurlar da yok değildi. Galata Mevlevihane’si, Arap Cami ve etrafında iskân edilen Endülüs Arapları, Asmalı Mescit, Ağa Cami ve Sahabe Kabirleri ilk anda akla gelenler. Ama bunlar Galata’nın “Gâvur” kalmasına engel olmaya kâfi gelemediler.

Galata aynı zamanda çok sayıda yabancı eğitim kurumunun faaliyet gösterdiği bir yerdir. Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve Avusturya Galata’da liseler açmıştır. Buralara Levantenlerin ve azınlıkların çocuklarının yanı sıra zengin veya soylu Müslüman ailelerde çocuklarının göndermiştir. Osmanlı’nın ve Türkiye’nin Batıcı aydınlarının birçoğu bu okullarda yetişecektir. Bu nedenle hep farklıdır Galata. İstanbul’un diğer bölgeleriyle aynı kaderi bile paylaşmaz. Balkan Savaşının başlamasından itibaren İstanbul hem sefaletin hem de siyasi çalkantıların içine yuvarlanırken, Galata tarihinin en parlak dönemlerini yaşayacaktır. 


Bir yandan Birinci Dünya Savaşının savaş zenginliği buraya akarken, diğer taraftan Rusya’dan Ekim Devriminden kaçan Beyaz Rusların gelmesiyle Beyoğlu daha da canlanır. Eğlence hayatı gittikçe daha çok hareketlenir. İstanbul işgal altındayken, burası işgal kuvvetlerini ağırlayan ve eğlendiren bir mekân olur. Ama savaş sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Levantenlerin ışıltılı ‘’Pera’’sı da yavaş yavaş çöker. Ancak; Galata son yıllarda, özellikle entelektüel çevrenin gözdesi haline gelmiştir.  Galata Kulesi çevresinde, konut alarak ya da işyeri açarak, bölgenin eski parlak günlerine kavuşmasına katkıda bulunmuşlardır.


İSTANBUL ÜSKÜDAR KADILIĞI


“Üç Belde” anlamına gelen Bilad-ı Selase; Galata, Üsküdar ve Eyüp’ten oluşmaktadır. Metropol ya da Anakentin beldeleri olup, ayrı kadılar tarafından yönetilmiştir.

İstanbul’daki bu ayrım idari ve yargısal bir bölümlemenin yanı sıra sosyolojik ve kültürel bir farklılığı da ifade etmektedir. Dersaadet İstanbul’un bu dört ayrı bölümü, aynı şehir içerisindeki birbirinden farklı, fakat bir arada ahenkli bir bütün oluşturan dört ayrı dünyayı betimlemektedir.

Bu dörtlü yapı, aynı zamanda, İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısını zenginleştiren ve canlı kılan faktörlerin başında gelir. Bilad-ı Selase içinde yer alan Üsküdar Anadolu yakasında İstanbul Boğaz’ının girişindedir. Tarihi Üsküdar, Salacak ve Paşalimanı arasında yer alırken; İstanbul’un diğer bütün semtleri gibi günden güne büyümüştür. Günümüzde doğuda Ümraniye, güneyde Kadıköy ve kuzeyde Beykoz ilçeleriyle komşudur.
Üsküdar Mihrimah Sultan Camii
Bilad-ı Selase içinde yer alan Üsküdar Kadısı, diğer kadılarla birlikte Padişah ve Sadrazama bağlıydı. Anadolukavağı, Gebze, Kartal, Pendik ve Şile de Üsküdar Kadısının birer temsilcisi vardı. Beykoz ve Şile kazaları da Üsküdar Kadılığına bağlıydı.

Tarihi Üsküdar, Salacak ve Paşalimanı arasında yer alırken; İstanbul’un diğer bütün semtleri gibi günden güne büyümüştür. Günümüzde doğuda Ümraniye, güneyde Kadıköy ve kuzeyde Beykoz ilçeleriyle komşudur. Üsküdar, Osmanlı döneminde Galata ve Eyüp dışında İstanbul’a bağlı üçüncü kadılıktır. Sadece coğrafi değil, kültürel farklılığı da ifade eden bu bölümleme içerisinde Üsküdar, Anadoluluğu ve Anadolu Türk-İslam geleneğini temsil eder. Üsküdar her şeyden önce coğrafi olarak Anadolu’dur.

Kuzguncuk Üsküdar

Anadolu topraklarının Boğaz’ın suları tarafından çizilen sınırı üzerinde yer alır. Demografik olarak da Anadolu’dur. 1352 ‘de Orhan Gazi tarafından fethedildikten sonra Anadolu’dan gelen, Müslüman halk Üsküdar’a yerleşmeye başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminde ise Anadolu’dan göç hızlandırılmıştır. 17. yüzyılda yaşamış ünlü seyyah Evliya Çelebi, Üsküdar’da 70 Müslüman mahallesi olduğunu ve bunların az bir kısmı hariç önemli bir bölümünün Anadolu’dan göç ettiğini, ayrıca 11 Rum ve Ermeni, 1’de Yahudi mahallesi olduğunu ve bölgede hiç Frenk yaşamadığını nakleder.

Bu demografik yapı Üsküdar’ı kozmopolitlikten uzaklaştırmış ve hem etnik hem de kültürel olarak oldukça homojenleştirmiştir. Bunların dışında Üsküdar İstanbul’un Anadolu ile en küçük bağlantısı olan kısmıdır. 19. yüzyılın sonunda demiryolu yapılıncaya kadar, Anadolu ile yapılan ticaretin merkezi Üsküdar’dır. Üsküdar aynı zamanda İran ve Ermenistan ile yapılan ticaretin de başlangıç noktasıdır. Ticaret kervanlarıyla Ermeni ve İranlı tüccarlar Üsküdar’da buluşurlardı. Dolayısıyla özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda, Üsküdar tam bir ticaret kentidir.

Fakat buna rağmen Üsküdar, her zaman mütevazı ve sakindir. Gösteriş ve debdebeden hep uzak kalmıştır. Evleri, sokakları sade, fakat zarif ve bakımlıdır. İstanbul’daki en eski ve en büyük Müslüman Mezarlığı olan Karacaahmet Mezarlığı Üsküdarlıya hem her şeyin faniliğini anlatır hem de hayatın güzelliğini. O yüzden Karacaahmet hüzün dolu bir mekân olmaktan çok bir park alanı gibidir. Zarif servi ağaçlarıyla kaplı ve insanda huzur hissi uyandıran büyük bir parktır.
Üsküdar sadece hayata veda edenlerin uğurlandığı bir ayrılık mekânı değildir. Her yıl Hacca giden hacı adayları ve padişahın Mekke ve Medine Şeriflerine gönderdiği hediyeleri götüren Sürre Alayı da Üsküdar’dan uğurlanırdı. İstanbul’un Osmanlılar tarafından ilk fethedilen kısmıdır Üsküdar.

Üsküdar’ın fethi, büyük fethin, İstanbul’un fethinin ilk aşamasıdır ve hem de habercisidir. 101 yıl sonra, 1453’te İstanbul’un fethi gerçekleşir. İstanbul’un diğer her yeri gibi Üsküdar da günümüzde çok değişti. Özellikle 18. yüzyıldan sonra kıyıda yapılan sahil saraylardan günümüze bir şey kalmadı. Yeşillikler içindeki tepeleri betonlaştı. İki katlı, cumbalı evlerin olduğu sokaklardan ise çok azı halen yaşayabiliyor. Ama her şeye rağmen Üsküdar, o sakin Anadolulu havasını muhafaza edebildi.