İSTANBUL GÜLHANE PARKI



Değişik dönemlerdeki sultanların ilgi ve çabalarıyla yaptırılan eklentiler ve eskilerin yenilenmeleriyle Topkapı Sarayı görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanmış. Sarayın eklentilerinden biri de Gülhane Parkı olmuştur. Diğer taraftan, 3 Kasım 1839 günü Saray eklentileri içerisinde yer alan Gülhane bahçesinde okunan bir Hatt-ı Şerif “padişah yazısı” ile Tanzimat-ı Hayriye “hayırlı düzenlemeler” ilan edildi. Osmanlı tarihinin en önemli belgelerinden biri olan bu metin, okunduğu yerden ötürü Gülhane Fermanı ve içeriğinden ötürü Tanzimat Fermanı adıyla da anılır.

Bu ferman sayesinde padişahların yetkileri meclislere ya da bürokrasideki kişilere devredilmiştir. Buradaki amaç, iktidarı saraydan alıp bürokrasiye vermek ve devlet yönetiminde merkezîleşmeyi sağlamaktı. Tanzimat Fermanı’nın okunmasından I. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen dönem, Osmanlı tarihinde Tanzimat Dönemi olarak anılır. Bu nedenlerden ötürü Gülhane Parkı’nın tarihi bir önemi vardır.

Alemdar Caddesi’nden girildiğinde solda, Alay Köşkü önünde fıskiyeli havuz yapılmıştır. Bitki döküm çalışmalarında 1796 adet ağaç, ağaççık ve çalı tespit edilmiş olup, bunların 449 adedi anıt aday ağaç olarak Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca tescil edilmiştir. Bitki dikim çalışmalarında fidan, lale soğanı ve mevsimlik çiçek dikilerek parkın çim ekimi de tamamlanmıştır. Ayrıca 25 Mayıs 2008’de Gülhane Parkı içindeki Has Ahırlar Binası’nda, İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi hizmete girmiştir.
Gülhane Parkı’nı ilk kez 1961-63 yılları arasında İstanbul Çapa İlköğretmen Okulu’nda okurken gezmiştim. Sonraki yıllarda, kızım 1999 yılında İstanbul’da işe başlayınca yanında kalmış ve özellikle Tarihi Yarımada’yı tanımaya çalışırken Gülhane Parkı’nı ikinci kez gezmiştim. O yıllarda parkın ortasından geçen ağaçlı yolun sağında ve solunda çeşitli gazinolar bulunmaktaydı. Ayrıca dinlenme yerleri, yazın kukla-karagöz temsilleri veren bir tiyatro, çocuk bahçesi, küçük bir hayvanat bahçesi, kahvehaneler, Tanzimat Müzesi, botanik bahçesi, Âşık Veysel’in heykeli ve akvaryum olan sarnıç yer almaktaydı.

Gülhane Parkı’nı baştan başa geçerek Sarayburnu’na çıkmıştım. 1999 yılında Sarayburnu bakir bir bölge olup, İstanbul Boğazı ile Boğaziçi Köprüsü’ne hâkim konumda bulunan çayhaneler bulunurdu. O çayhanelerden birinde gevrek bir simit eşliğinde çay içtiğimi anımsıyorum.

Gülhane Parkı; Topkapı Sarayı, Alay Köşkü ve Sarayburnu arasında yer almaktadır. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet Sarayburnu’nu surlarla çevirerek Çinili Köşk’ü yaptırmıştır.  Şu anda Türk çini ve seramik örneklerinin sergilendiği Çinili Köşk Müzesi, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da yaptırdığı sivil mimari örneklerinin en eskisidir. Yapıdaki Selçuklu etkisi göze çarpmaktadır. Kapısı üzerindeki çini kitabede inşa tarihinin Miladi 1472 olduğu yazılıdır ancak mimarı bilinmemektedir. Sadrazam Sinan Paşa da III. Murat için buraya ünlü İncili Köşk’ü yaptırmıştır. İncili Köşk II. Abdülhamit döneminde, demiryolu yapımında yıkılan en güzel köşklerden biridir. Kubbesinden sarkan bir inci demetinden ötürü ‘’İncili Köşk’’ olarak anılıyordu.

Bahçeler Cennetin Simgesidir anlayışının geçerli olduğu Osmanlı İstanbul’unda güzel bahçe sahibi olmak, bu bahçede konukları ağırlamak, hatta büyük boyutlu bahçeleri kamusal alan olarak halka bahçe yapıp vakfetmek geleneği bulunmaktadır. Bu işin öncülüğünü birçok konuda olduğu gibi saray yapmıştır. Topkapı Bahçesi (Gülhane, Has Bahçe), Yıldız Bahçesi, Ihlamur Kasrı Bahçesi, Kandilli Bahçe gibi padişahların has bahçeleri, vezirler ve diğer devlet ileri gelenleri tarafından taklit edilerek şehir içerisinde birçok başka örneklerle yaygınlaştırılmıştır. Padişahlara ait saray, kasır ve köşklerin de ‘’Hasbahçe’’ olarak anılan görkemli birer bahçesi bulunurdu. Hasbahçe içindeki binalarda, ilim ve sanat öğretilmekteydi.

Topkapı Sarayı’nda Sofa-i Hümayun olarak bilinmekte olan dördüncü avlusunda, köşkler ve ana yerleşim binaları tepenin üstünde, bahçeler ise eteklerde yer alırdı. Yeşillikler arasındaki bütün köşklerle bağ kurulmuş ve kıyı saraylarıyla denize kadar bu İlişki uzatılmıştır. Bahçedeki eğim ise setlere bölünerek çözülmüştür. Saraylar topluluğunu çevreleyen Hasbahçe bugün Gülhane Parkı olarak adlandırılmaktadır.  Düzenlenmesi Fatih zamanında başlayan Hasbahçe için çiçek türlerinin en iyileri seçilmiştir. Edirne’den gül, Halep’ten zambak, Maraş’tan sümbül soğanı, Kırım’dan lâle soğanları getirtilmiş.

Gülhane Parkı Sarayın eklentilerinden biri olması nedeniyle, İstanbul’un en eski parklarından biridir. İçinde Topkapı Sarayı’nın gül bahçeleri de bulunduğundan, Gül evi anlamına gelen Gülhane adını almıştır. Gülhane Parkı 1913 yılında Sultan V. Mehmet tarafından halka açılması için İstanbul Belediye Başkanlığı’na verilmiştir. Osmanlı döneminde Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olan mekân Belediye Başkanı Cemil Paşa döneminde parka dönüştürülmüştür. Gülhane Parkı, 1950 yıllarında ‘Bahar ve Çiçek Şenlikleri’ ile İstanbulluların en önemli eğlenme ve dinlenme mekânı olmuştu. Şenlik günlerinde Gülhane Parkı’na, Avrupa ülkelerinden getirtilerek kurulan lunapark, kentin her semtinden gelen, her yaştan İstanbullunun ilgisini çekerdi. Her nedense, “Bahar ve Çiçek Şenlikleri”nden bir süre sonra vazgeçilmiştir.

Çağdaş toplumlarda kent parkları, kent yönetimi plan ve programlarında oldukça önemle üzerinde durulan bir konu haline gelmiştir. Kent parkları artık bir kent kültürüdür. Kentsel park alanının yer seçiminden, kurgusuna hatta tanıtım stratejisine kadar belli bir sistem belirlenmeli ve bu sistem sıkı sıkıya takip edilmelidir. Kent parkları sadece dinlen eğlen amaçlı değil, daha hareketli, sürprizlerle dolu kent içi etkinlik alanları olarak kullanılmaktadır. Bu düşünceden hareketle, İstanbul Büyükşehir belediyesi 2001 yılı Temmuz ayında yeniden düzenleme çalışmaları başlatmıştır. 26.02.2003 tarihinde tamamlanarak 30.05.2003 tarihinde halkın hizmetine açılmıştır. 

Düzenleme çalışmalarıyla; parkın iki kapısını birbirine bağlayan ana yol trafiğe kapatılarak yayalaştırılmış ve bir gezi yolu haline getirilmiştir. Yaya yolları, parkın fiziki yapısı değiştirilmeden, mevcut hatlar korunarak kaplama malzemeleri ve bordürleri yenilenerek düzenlenmiştir. Parkta bulunan; Hayvanat Bahçesi, Park ve Bahçeler Yemekhanesi, Gülhane Şefliği, Tanzimat Müzesi, mevcut yapılarda konumlanmış idari fonksiyonları içeren birimler ve bunlara bağlı uyuşmayan yapılar kaldırılmıştır.


Gülhane Parkı’nı gezerken Nazım Hikmet’in ‘’ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda’’ dizelerini de anımsadım ve anımsatmak istedim.

CEVİZ AĞACI

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.

Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.

Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında.

Nazım Hikmet’in bu şiiri için anlatılan ve gerçekliği bilinmeyen ilginç bir hikâye vardır. Nazım Hikmet hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştır, bu nedenle kaçak olarak yaşamaktadır. Nazım Hikmet sevgilisi Piraye ile Gülhane Parkında buluşacaktır. Sevgilisi Piraye’yi beklerken Gülhane Parkına polisler gelir. Yakalanmak istemeyen Nazım, ceviz ağacına tırmanır. Ceviz ağacının altından polisler geçer, sevgilisi geçer, Nazım hepsini izler, sesini çıkarmaz ve yakalanmaz. Bu olay üzerine ‘’Ceviz Ağacı’’ şiirini yazar.

İSTANBUL TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ


İstanbul Sultanahmet meydanı ve çevresi müzeler ve anıtsal yapılar açısından gerçek bir hazinedir demiştim daha önceki gezi paylaşımlarında. Ayasofya, Topkapı Sarayı, Yerebatan Sarnıcı ve Sultanahmet Camisi gezilip yazıldı ve paylaşıldı.  Sıra Avrupa’dan ödüllü Sultanahmet Camii karşısındaki müzeye, Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne geldi. İslam eserlerinin Türkiye’deki buluşma noktası olarak biliniyor.

İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi, ülkemizde Türk-İslam eserlerini topluca kapsayan ilk müzedir. Sultan sarayları dışında günümüze ulaşabilen tek özel saray olan şimdiki binasının geçmişi 16. yüzyıla dayanıyor. İslâm Vakıfları Müzesi adıyla, Mimar Sinan’ın en önemli yapılarından Süleymaniye Camii Külliyesi’ndeki imaret binasında 1914 yılında ziyarete açıldı. 1983 yılındaysa Sultanahmet Meydanı’nın batısındaki İbrahim Paşa Sarayı'na taşındı.

Osmanlı sivil mimarisinin önemli yapılarından İbrahim Paşa Sarayı “At Meydanı’nda, eski hipodrom kademeleri üstünde yükseliyor. 1520 yılında, Kanuni Sultan Süleyman tarafından tamir ettirilerek, damadı ve veziri İbrahim Paşa’ya armağan edilmiş. Kemerler üstünde yükseltilmiş yapı, üç taraftan ortadaki terası çevreliyor. Müzenin ilk bölümüne de merdivenlerle bu terastan ulaşılıyor.

2012 yılında restorasyon geçiren müze, 1984’te Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışması Jüri Özel Ödülü’nü ve 1985'te de Avrupa Konseyi-UNESCO’nun çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki ödülünü aldı.

Abbasi, Memlük, Selçuklu ve Osmanlı döneminin az bulunur örneklerini sergileyen müzedeki eserler, İslam dünyasının farklı köşelerinden toplanmış. Müze, dünyanın en iyi halı koleksiyonlarından birine sahip olmasıyla tanınıyor. Halılar arasındaki şaheser parçalarsa 13. yüzyıla ait Selçuklu örnekleri. Büyük salonların bulunduğu geniş camekanlı kısımda olağanüstü zengin Türk halıları koleksiyonu yer alıyor.

Müze; halı koleksiyonlarının yanı sıra nadir sanat eserleri olan el yazmalarıyla da öne çıkıyor. Cam eşyalar, taş ve pişmiş toprak eserlerle metal ve seramik objeler de sergilenen diğer kıymetli parçalar. Halı bölümünün alt katı da son birkaç yüzyılın Türk günlük yaşamının yansıtıldığı etnografya koleksiyonuna ayrılmış.


İSTANBUL SULTANAHMET CAMİİ


Türk ve İslam dünyasının en ünlü anıtlarından birisi olarak bilinen Sultanahmet Camisi; İstanbul’a gelen yerli ve yabancı turistlerin ziyaret programlarına aldıkları en önemli anıtlardan biridir. Sultanahmet merkezli bütün tur programlarında; Sultanahmet Camisi, Ayasofya ve Topkapı Müzeleri ile meydandaki örme dikili taş, Obelisk ve Yılanlı sütunun yanı sıra Yerebatan sarayı ve Binbirdirek sarnıcı da ziyaret edilen önemli yerlerdendir.

Gerek Hristiyan dünyasında gerekse Müslümanların dünyasında yer alan ve bu dinlerin hamiliğini üstlenen imparatorlar, padişahlar ve sultanlar; Tanrıya ulaşmanın ve inancının en iyi biçimde ifade edebilmenin yolu olarak, bir benzeri daha olmayan kiliseler, mabetler ve camiler yapma ve yaptırma yarışına girmişlerdir.

17.Yüzyılın iki önemli eserinden biri olan Sultanahmet Camisi, Mimar Sinan’dan sonra Türk mimarlığının meşalesini ele alan Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa’nın ellerinde yükselmiştir. Sinan’ın Şehzade Camisi göz önünde tutulmuş, ancak onun tasarımı çok ileriye götürülmüştür. Caminin banisi henüz 14 yaşında iken Osmanlı tahtına 14. Hükümdar olarak oturmuş ve 14 yıl saltanat sürmüş olan I. Ahmet’tir.

Döneminde Avusturya-Osmanlı savaşı sona ermiş, Zitvatorok barış anlaşması bölgeye ve Osmanlıya bir rahatlama dönemi açıp devletinin saygınlığını tekrar perçinlemiştir. I. Ahmet, Allah’a bir şükran belgesi olmak üzere, Taht Şehri İstanbul'da, o zamana kadar görülmemiş güzellikte bir mabet yükseltmeyi aklına koyar. En önemli tutkusu, Allah'a kulluğunu kanıtlayabilmektir. Bu nedenle, o zamana kadar yapılmış olan camilerin en büyüğünü ve en güzelini yaptırmak ister. Özellikle de Ayasofya’yı geçmektir.  Buna bir de nam-u şanını kıyamete kadar yaşatacak bir eser bırakma ihtirası hiç çekinmeden eklenebilir.

Ayasofya yapılıncaya kadar, dünyanın en ünlü ve en ulaşılmaz mabedi, Hz. Süleyman’ın Kudüs’te yaptırmış olduğu” Mescidi Aksa” idi. Mescidi Aksa’yı aşmak isteyen Bizans İmparatoru Justinaus, bu hayalini, Ayasofya’yı yaptırarak gerçekleştirmişti. Kanuni Sultan Süleyman da Ayasofya’yı aşacak bir cami yaptırmak ister. 1551-1558 yılları arasında yapılan Süleymaniye Camisi ile Ayasofya aşılır. Sultan I. Ahmet, Ayasofya ile Süleymaniye arasında; atalarına saygısızlık olmasın diye, Süleymaniye Camisi’ni aşmayacak ama Ayasofya’dan daha görkemli bir cami için, At Meydanı olarak bilinen Sultanahmet Meydanı’nı seçer.

Caminin tasarımını ve gerçekleştirilmesi işini, mimarlığının yanı sıra musikiye olan ilgisi ve sedefkârlığı ile de ün yapmış olan Mimarbaşı Mehmet Ağa’ya verir. Sedef, günümüzde de çok değerli olan bir malzeme olarak bilinir. Sedefin sahip olduğu sağlam yapı, birçok bilim adamının ilgisini çektiği gibi, Mehmet Ağanın da ilgisini çekmiş ve sedef konusunda uzmanlaşmıştı. Genellikle, yanardöner renkli ve parlak yapılı olan sedef, kendi kendini tamir edebilen bir madde olarak bilinir.

Sedefkâr Mehmet Ağa karşısında Süleymaniye, yanı başında Ayasofya gibi eşsiz iki anıtın arasında, onlarla yarışacak bir eser tasarlar. Sultan I. Ahmet’in onayını alarak, 1609 yılının güneşli bir gününde, başta padişah olmak üzere, bütün devlet erkânının katılımıyla caminin temeli atılır.

Aynı yüzyılda yaşayan Evliya Çelebi, temel atma törenini şöyle anlatıyor. ” Cümle üstat, mimar ve mühendisler toplanıp; Üsküdarlı Mahmut Efendinin ve üstadımız Evliya Efendinin duaları ile temelin kazılmasına başlandı. Evvela; Sultan Ahmet Han, eteğine toprak doldurup ‘’Ya Rab, Ahmet kulunun hizmetidir, kabul eyle’’ deyip, amelelerle birlikte temelden toprak taşıdı.”

İnşaat 7 yılda tamamlandı. Cami; Medrese, Daru-l Kurra, Muvakkithane, Sıbyan Mektebi, Arasta, Hamam, İmaret, Darü’ş-şifa ve Türbe’mden oluşan külliyenin merkez yapısı olup bir dış avluyla çevrelenmişti. Kapladığı alan bakımından, Ayasofya ve Süleymaniye’yi geçmişti. Ana yapının kapladığı alanın eni 64 metre, boyu 74 metre olup, yüksekliği de 43 metre olmuştu. Üstelik Mekke’deki 6 minareli mabetten sonra, 6 minaresi olan tek cami, I. Ahmet camisiydi. O dönem, İslam aleminden gelen bir takım itirazlar üzerine, Mekke’deki mabede yedinci bir minare yaptırılarak, itirazların önünü aldığı söylenir.

Sultanahmet Camisi'nin içi dört yapraklı yonca planına sahiptir. Dört fil ayağı çok etkilidir. Ana kubbe 43 metre yüksekliğinde ve 23,5 m çapındadır. Bu ölçüler Mimar Mehmet ağanın bir mühendis olarak yeteneğini gösterir.  Caminin içi çok dâhiyane bir ustalıkla yerleştirilen 260 pencere sayesinde ferah bir havaya bürünmüştür. Pencerelerin yerleştiriliş şeklinden dolayı büyük kubbe sanki havada asılı gibi durmaktadır.

Sultanahmet Camisi’nin tasarımı, Osmanlı cami mimarisi ile Bizans kilise mimarisinin 200 yıllık sentezinin zirvesini oluşturur. Komşusu olan Ayasofya’dan bazı Bizans esintileri içermesinin yanı sıra geleneksel İslami mimari de ağır basar ve klasik dönemin son büyük camisi olarak görülür. Köşe kubbelerin üstündeki küçük kulelerin eklenmesi dışında, geniş ön avlunun cephesi Süleymaniye Camisi’nin cephesiyle aynı tarzda yapılmıştır. Ağır bir demir zincir batı tarafındaki avlu girişinin üst kısmını asılı tutar. Caminin avlusuna yalnızca sultan at sırtında girebilirdi. Sultan avluya at sırtında girdiği zaman başını zincire çarpmamak için eğerdi. Bu, padişahın bile camiye girerken kendisine çeki düzen vermesi gerektiğini göstermek amaçlı sembolik bir eylemdi. 
Avlu neredeyse caminin kendisi kadar geniştir ve kesintisiz bir kemer altıyla çevrilmiştir. Her iki tarafında abdesthaneler vardır. Ortadaki büyük altıgen fıskiye avlunun boyutları göz önüne alındığında küçük kalır. Avluya doğru açılan dar anıtsal geçit kemer altından mimari olarak farklı durur. Yarı kubbesi kendinden daha küçük çıkıntılı bir kubbe ile taçlandırılmış ve ince sarkıt bir yapıya sahiptir.

Her katında alçak düzeyde olmak üzere, caminin içi İznik’te, 50 farklı lale deseninden üretilmiş 20 binden fazla çiniyle bezenmiştir. Alt seviyelerdeki çiniler gelenekselken, galerideki çinilerin desenleri çiçekler, meyveler ve servilerle gösterişli ve ihtişamlıdır. 20 binden fazla çini İznik’te çini ustası Kasap Hacı ve Kapadokyalı Barış Efendi’nin yönetiminde üretilmiştir.

Cami; mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği, yarım kubbeleriyle büyük kubbesinin içi de mavi ağırlıklı kalem işleriyle süslendiğinden, Avrupalılarca Mavi Cami (Blue Mosque) olarak bilinir. Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesiyle, ana cami konumuna gelmiştir.  Aslında Sultan Ahmet Camii külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük yapı komplekslerinden biridir.

Bu külliye bir cami, medreseler, hünkâr kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır. 


İSTANBUL TOPKAPI SARAYI HAREM


Girilmesi yasak olan yer anlamına gelen Harem’e, tarihi boyunca hekim dışında giren olmadığı, kadınları tam olarak kimsenin göremediği anlatılıyor. 16. yüzyılda kurularak genişleyen Harem Dairesinin pencereleri, büyülü ve görkemli bir manzarası olan Haliç’e bakıyor.

Harem dört büyük avlu çevresinde yapılanan yaklaşık 400 odadan meydana gelen bir hapishane görünümündedir. 1578 ile 19. Yüzyılın ikinci yarısına kadar devamlı eklemelerle genişletilmiş. Gereksinmelere göre her defasında yeni odalar yapılmış. Haremin en önemli yeri Hünkâr Sofrasıdır.  16. Yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılmıştır.

Değişik dönemlerdeki sultanların ilgi ve çabalarıyla yaptırılan ek yapılar ve eskilerin yenilenmeleriyle saray, görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanmış. Kazandığı görkem ve işlevselliği ile de Osmanlı devlet Kurumsallaşmasının bir yansıması olmuş. Osmanlı Saray Protokol ve Hiyerarşisinin zamanla kazandığı görkem ve çoklu işlevsellik Topkapı sarayının mimarisine de yansımış.

Bu uygulama iç içe geçmiş kapı ve meydanlara ulaştıkça daha iyi hissedilir. Değişik dönemlerdeki sultanların ilgi ve çabalarıyla yaptırılan ek yapılar ve eski yapıların yenilenmeleriyle Harem, görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanmış. Topkapı Sarayı’nda, Bab-üs Saade Kapısının bulunduğu duvar, özel ve idari bölümleri birbirinden ayırmıştır.  

Enderun Avlusu, Sofa-i Hümayun ve Lale Bahçesi, Mecidiye Köşkü, Revan Köşkü, Bağdat Köşkü, Sünnet Odası özel alanları oluşturur. Divan Meydanı ve Alay Meydanı da idari alanları oluşturmaktadır.

İdari ve Özel bölümler ayrışması Harem Dairesi için de geçerlidir.  Dar-üs Saade Ağaları/Kızlar Ağaları ve Harem Ağalarının görevli oldukları ve yaşadıkları ‘’Dış Harem Bölümü’’ ile Cariyelerin, Kadınefendi’lerin, Valide Sultan’ın ve Padişahın bulunduğu ‘’İç Harem Bölümü’’ olacak şekilde yapılandırılmıştır. İç Harem’de de Kadınlar Bölümü ve Padişah Bölümü olmak üzere iki bölüme ayrılmış.

Dış Harem bölümü

Dış Harem de bölümlere ayrılmıştır. Arabacılar Kapısı’ndan girildiğinde karşımıza çıkan ilk bölüm, Dolaplı Kubbe olarak anılan yerdir ki Harem hazinesidir. Dolaplı Kubbe ya da Harem hazinesi kare biçimli bir mekân olup, üzeri kubbe ile örtülüdür. Sultan III. Murat tarafından 1587 yılında, Harem Dairesine giriş olarak yaptırılmıştır. Dolaplarında, Haremeyn evkafına ait vakıf Kayıtları saklanırdı. 

Vakıf kayıtlarını saklama görevini Dar-üs Saade Ağası olarak adlandırılan Kızlar Ağası üstlenirdi. Haremeyn evkafı ve diğer vakıflardan gelen para, Padişah gelirleri, Valide Sultan ve diğer sultanların gelirleri bu hazinede muhafaza edilirdi.

Dolaplı Kubbeden bir kapı ile Harem Ağaları Taşlığına geçilir. Harem’de Dar-üs Saade Ağasına bağlı olarak Harem’e hizmet eden ve koruyan Harem Ağalarının yaşadığı koğuşlar bu taşlık çevresinde yapılandırılmıştır. Bu nedenle, Harem Ağaları Koğuşu olarak adlandırılmıştır. 
1666 yılındaki Harem yangından sonra yenilenmiş olan Harem Ağaları koğuşu bir koridorun ya da taşlığın iki tarafında üç kat boyunca sıralanan odalardan oluşur. Taşlığa bakan alt kattaki odalar yönetici ağalara, üst kattaki odalar ise acemilere ayrılmıştır.

Harem Ağaları Koğuşunun yanındaki Kızlar Ağası Dairesi oturma ve yatak odalarının yanı sıra bir de hamamdan oluşur. Bu dairenin üst katında da Kızlar Ağasının denetimindeki Şehzadeler Mektebi bulunur. Çini kaplamalı olan bütün duvarların bazı yerlerinde üretimi Barok süslemeli olan Avrupa Çinileri de kullanılmıştır.

Harem’de çok önemli bir yeri olan Kızlar Ağası ve Harem Ağalarının kökenine baktığımızda, hadım edilmiş köleler olduğunu görüyoruz. Orta Çağ’da, Türk ve Müslüman Devletlerinde kullanılmakta olan hadım görevliler, Çelebi Sultan Mehmet zamanından itibaren Osmanlı Sarayında da kullanılmıştır. Sarayın kadınlara ait kısmına nezaret ettikleri için Kızlar Ağası denilen Harem Ağaları, saray eğitimi görür ve Osmanlı’nın gelenek ve göreneklerine göre yetiştirilirdi. 

Harem dairesini korumakla görevli olan bu ağalar, işlerini iyi yaptıklarında ve bağlılıklarını kanıtladıkları takdirde yükselirler ve etkin devlet görevlerine getirilirlerdi. Harem Ağalarının başı olan Kızlar ağası, protokolde, Sadrazam ve Şeyhülislam’dan sonra gelirdi.

İç Harem bölümü

Saray kadınlarının bulunduğu asıl Harem bölümünü, Harem Ağaları bölümünden Hümayun Kapısı ayırır. Hümayun Kapısı, Cümle Kapısı ya da Saltanat Kapısı olarak bilinir. Saltanat Kapısı, Harem’in üç ana bölümünün bağlandığı nöbet yerine açılır. Nöbet yerinin yan duvarları, Harem’deki ünlü servili çini panoyla kaplıdır. 

Kubbeli ve kemerli açık bir sahanlık olan nöbet yerinin solundaki kapı Cariye Koridoru ile Cariye ve Kadınefendiler Taşlığına, ortadaki kapı Valide Taşlığına, sağdaki kapı ise Altın Yol ile Padişah Dairesine bağlanır.  Haremin en küçük avlusu olan bu taşlık, 16. yüzyıl ortalarında, harem Ağaları taşlığı ile yapılmıştır

Revaklar arkasında; hamam, çamaşır yıkama çeşmesi, çamaşırhane, mutfak ve cariyelerin kullandıkları hizmet mekânları ile Kadınefendi daireleri vardır. Cariyeler; savaşlarda esir alınan ya da satın alınarak saraya getirilen güzel ve zeki kızlardı. Saray disiplini ile eğitilen cariyeler, Hanedanın devamı ve hizmetleri için son derece önemliydiler.

Kadınefendi, Valide Sultan ve Padişah Dairelerinin altındaki büyük koğuşlarda yaşarlardı. Yeteneklerine ve güzelliklerine göre, sarayda yükselerek, cariyeleri yöneten kalfa ve usta olurlardı. Padişahla halvet olup, hanedana katılan cariyeler ise Gözde, Kadınefendi ve Valide Sultan unvanları adı altında yükselerek, sarayda gerçek bir otoriteye kavuşurlardı. 

Padişah Haremi’nde 8 ile 10 arasında değişen Kadınefendi bulunur, Padişaha çocuk veren kadın olarak tanımlanan Kadınefendiler, Valide Sultan’dan sonraki hiyerarşik grubu oluştururlardı.  Kadınefendiler kendilerine ait dairelerinde, çocukları ve hizmetine bakan cariyeleriyle birlikte yaşarlardı.

Kadınefendiler arasında, Veliaht Şehzadenin annesine Başhaseki denirdi. Başhaseki ve sonraki üç Kadınefendi, Harem hiyerarşisinde önemli bir yere sahipti. Oğlu Padişah olduğunda, büyük bir törenle Harem'e gelen ve Valide Sultan unvanını alan Padişah anneleri, Harem’in ve Osmanlı Hanedanının yöneticisiydi. Çeşitli dönemlerde Osmanlı siyasi hayatını da yönlendirmişlerdir. 

Valide Sultanlar, Padişahın, kadınları ve çocuklarıyla olan ilişkilerini de düzenlerdi. Osmanlı hanedanının sembolü olarak, büyük bir otorite ve ihtişama sahiptiler. Valide Sultan Dairesi, Padişah dairesi ile Harem’in en geniş ve en önemli bölümüdür. Dairenin alt katında cariye koğuşları, üst katında ise Valide Sultan ve kalfalarına ait birçok oda vardır.

Valide Sultan dairesi, Valide Hamamının da bulunduğu bir koridorla Padişah dairelerine bağlanır 17. yüzyıl Osmanlı çini üretiminin en kaliteli örnekleriyle kaplı olan duvarlar, 19. yüzyıl başında, Batı etkili panoramik manzara resimleriyle süslenmiştir.

Osmanlı hanedanı fertlerinin karşı karşıya gelebildikleri tek yer olan merkez avlusuna ‘’Valide Taşlığı’’ denmiştir. Harem yapılaşmasının başladığı 15. yüzyılda yaptırılan Valide Taşlığı, büyülü bir görünümü olan Haliç manzarasına açık olarak yapılmıştır. Ancak, 16. yüzyıl sonlarında, Haliç yönünde Valide Sultan Dairesi ve Hünkâr Hamamlarının yapılmasıyla, taşlık avlu haline getirilmiştir. 

Saltanat Kapısından girip, ilerlediğinizde Çeşmeli Sofa karşınıza çıkar. Şehzade ve Kadınefendi’lerin, Padişah Dairesi’ne ve Hünkâr Sofası ’na girmek için bekledikleri mekândır. Duvarlarında, çeşitli dönemlere ait Osmanlı çini kaplamalarının bulunduğu Sofa’daki çeşme Sultan IV. Mehmet döneminde yapılmıştır. 

1579 yılında, Sultan III. Murat’ın emriyle, Mimar Sinan tarafından inşa edilen yapı ‘’ III. Murat Has Odası’’ olmakla birlikte, tarih boyunca Harem’de, padişahların resmi ve özel dairesi olarak kullanılmıştır. Bu nedenle, ‘’Has Oda’’ olarak tanımlanmaktadır. Harem’in olduğu kadar, Osmanlı Mimarisinin de en ihtişamlı mekânlarındandır. 

Has Oda’nın iç mekânı, Osmanlı çini sanatının en yüksek dönemi olan 16. yüzyıl İznik üretimi çinilerle kaplanmıştır. Mavi zemin üzerine beyaz olarak yazılmış çini ‘’Ayet el Kürsi’’ kuşağı duvarları dolanır. Has Oda’nın altında geniş bir kapalı havuz vardır. Pencerelerinden, büyülü ve görkemli Haliç’i gören, Sultanların yemek yedikleri ve duvarlarında ahşap kaplama üzerine lake tekniği ile çiçek ve meyve kompozisyonlarının işlendiği odaya ‘’Yemiş Odası’’ denmiş. 1705 yılında Sultan III. Ahmet tarafından Has Oda olarak yaptırılmış. 

Osmanlı Hareminde; Veliaht ve diğer şehzadeler, erişkin çağa gelinceye kadar, saray disiplini ve kurallarına göre yetiştirilirdi. Valide Sultan'ın, Osmanlı saray yönetiminde rol almaya başlamasıyla birlikte, ‘’Veliaht Dairesi’’ olarak bilinen Çifte Kasırlarda, Lala olarak adlandırılan hocaların gözetiminde yetiştirildiler. 

Veliaht Dairesi, 17. yüzyılda, ayrı dönemlerde inşa edilen iki Has Oda’dan oluşmaktadır. 17. yüzyıl İznik çiniciliğinin kaliteli örneklerine sahip olan süslemesi, aslına uygun olarak yeniden düzenlenmiştir. Odalar, Osmanlı saray mekânlarının klasik detaylarını tüm zenginliği ile gösterir. Ahşap kubbedeki kumaş üzerine uygulanmış yaldızlı kalem işi işlemesi orijinaldir. 

Harem’in son bölümü olan taşlık, ‘’Gözdeler Taşlığı’’ ya da ‘’Mabeyn Taşlığı’’ olarak bilinmektedir. Osmanlı Hanedanının devamını sağlamak amacıyla uygulanan Harem düzeninde ‘’İkballer’ Padişahın gözdesi olan cariyelerdir. Çocuk sahibi olduklarında Kadınefendi unvan ve yetkilerini alan gözdelerin kaldıkları daire ‘’Gözdeler Dairesi’’ olarak bilinmektedir. Altın Yol üzerinde yan yana sıralanmış Gözde odaları ile Başhaseki dairesi ve zemin kattaki aynalı odayı da içeren Mabeyn bölümünden oluşur. Ahşap daire, rokoko üslubunda süslemelere sahiptir. Bu bölüm, Sultan I. Abdülhamit’in, haremi ile yaşadığı mekândı.