İSTANBUL BEYKOZ-MECİDİYE KASRI



Beykoz Mecidiye Kasrı; İstanbul’un Beykoz İlçesi’nin Yalıköy semtinde, Hünkâr İskelesi olarak adlandırılan bölgenin güneyinde yer alır. Boğaziçi’nin ilk kâgir ve yeni üslupta inşa edilmiş, mimari özellikleriyle sanat değeri olan muhteşem bir yapıdır. Denizden başlayarak, teraslar halinde yükselen mükemmel bir çevre düzenlemesinin tepe noktasında, ağaçlar arasında bulunmaktadır.

1838 yılında tahta geçen Sultan Abdülmecid, babası II. Mahmut gibi, kapalı bir mekân olan Topkapı Sarayı’nı sevmemişti. Sahil saraylarından hoşlanırdı. İstanbul Boğazı’nın şahane bir göl manzarasını seyredebilmek için Anadoluhisarı’ndaki Küçüksu Kasrı, Topkapı Sarayı’ndaki Mecidiye Köşkü’nü yaptırmıştır.

Ayrıca, şahane bir Haliç manzarasına sahip Yavuz Sultan Selim Camii külliyesi içerisine de bir köşk yaptırmıştır. Yapımları biten Dolmabahçe ve Beylerbeyi Saraylarında oturmayı tercih etmiştir. Beşiktaş’ın arka semtinde bulunan Ihlamur Kasrı’nı ise bir av köşkü olarak düşünmüştür.

Abdülmecid’in boğaz sevdasını bilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı Hanedanı'na başkaldırı sonrası gerçekleşen Kütahya Antlaşmasından 12 yıl sonra İstanbul’u ziyaret ettiğinde, Mısır Hıdivliğinin Osmanlıya sadakatini göstermek ister.

Hünkâr İskelesi yöresindeki 92 000 m2 lik koruluğu satın alarak, Sultan Abdülmecid’e hediye edilmek üzere Beykoz Kasrı’nın yapımını başlatır. Kasrın mimarları, Balyan ailesinden Nigogos ve Sarkis Balyan’dır.

Mecidiye Kasrı, Tanzimat Türkiye’sinin yeni zevkini ve tüketim alışkanlığını göstermektedir. Boğaziçi’ndeki kâgir yapıların en önemlisi olup, Mısır Hıdivlerinin zenginliğini gösterir.

Batılılaşma dönemi mimarlığının bir örneği olan Beykoz Kasrı’nın yapımı, Mısır Hıdivi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından 1845 yılında başlatılmıştır. 1849 yılında ölünce de, 1854 de Mısır Hıdivi olacak olan dördüncü oğlu Said Paşa tarafından kasrın yapımı tamamlanmış ve 1854 yılında dönemin Osmanlı Padişahı Abdülmecid’e hediye edilmiştir.


29 Nisan 2017 Cumartesi, Beykoz İstanbul…

Abdülmecid’e hediye edilmiş olmasından ötürü Mecidiye Kasrı olarak da bilinen Beykoz Kasrı’nın ilginç bir hikâyesi vardır. Oldukça ilginç olan bu hikâye biraz da Osmanlının toprak kaybetmeye başladığı Mora İsyanı ile ilişkilidir.

Navarin’de Osmanlı-Mısır donanmasının yakılması, Osmanlının yakılan donanma için Rusya’dan tazminat istemesi, Rusya’nın Osmanlıya savaş ilanı, Rus kuvvetlerine yenilen Osmanlının 1829 yılında Edirne Antlaşmasını imzalamak zorunda kalması ve Yunanistan Devleti’nin kurulması, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlıya başkaldırması ve Rusya ile 1833 yılında yapılan Hünkâr İskelesi antlaşmasının hikâyesidir.

Rumların 1821 yılında Mora Yarımadası’nda başlattıkları isyan, Yunan Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Mora, Yunan Devletinin kurulduğu yerdir. Bu nedenle isyanın başladığı gün hâlâ ulusal bağımsızlık günü olarak kutlanmaktadır.


Mora isyanı Osmanlı Devleti tarafından önemsenmeyip gerekli tedbirler alınmamıştır. Ancak, Mora’da binlerce Müslüman Türk’ün hatta Ortodoks olmayan Hristiyan ve Musevilerin katledilmesi isyanların ne kadar ciddi olduğunu göstermiştir.

Sonuçta Mısır donanmasından yardım istemek Osmanlı yönetimi tarafından tek çare olarak görülmüştü. Rusya, İngiltere ve Fransa donanmalarının devreye girmesi, Navarin’de Osmanlı-Mısır donanmalarının yakılmasıyla sonuçlanmıştı.

Sultan II. Mahmud’un Navarin’de Osmanlı donanmasının yakılması ile sonuçlanan olaylardan dolayı Rusya'dan savaş tazminatı istemesi üzerine, Rusya Osmanlı İmparatorluğuna karşı savaş açmıştı. Batıda Eflak ve Boğdan’ı işgal eden Ruslar, Balkanları da aşıp Edirne’ye kadar gelmiş, doğuda ise Erzurum’a kadar ilerlemişti.

Bu gelişmeler üzerine Osmanlı İmparatorluğu barış istemişti. 14 Eylül 1829 yılında imzalanan Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş tazminatı ödemeyi kabul etmek zorunda kalmıştı. Boğazlarda Rusya’ya tanıdığı ayrıcalığın yanı sıra, Yunanistan Devletinin kurulmasını da kabul etmişti.

Diğer taraftan, Mora isyanını bastırmak için Mısır Donanmasından yardım isteyen Osmanlı İmparatorluğu, karşılığında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya Suriye ve Mora Valiliğini vaat etmişti. Edirne Antlaşmasıyla Mora elden gitmiş, Suriye konusunda da Osmanlı yan çizmişti. Bu durumda Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa Osmanlı Devletine başkaldırmış, oğlu İbrahim Paşa komutasındaki orduları Anadolu içlerine Kütahya’ya Çukurova'da da Adana'ya kadar ilerleyerek denetimini ele geçirmişti.

Güç durumda kalan padişah II. Mahmud, İngiltere, Fransa ve Rusya’dan yardım istemişti. Süveyş Kanalı imtiyazının peşinde olan İngiltere ve Fransa bu duruma ilgisiz kalmıştı.


Denize düşen yılana sarılır’’ misali yardım istenen Çar, Karadeniz donanmasını on beş bin kişilik kuvvetle İstanbul’a göndermiş, Beykoz’da Ordugah kurmuş, kurtarıcı rolüne bürünmüş ve yakın tarihlere kadar, konulduğu yerde duran bir anıt taş dikilmişti.

Rusların, Boğazları denetimleri altına almalarını, İngilizler ve Fransızlar, kendi çıkarlarına aykırı bulmuşlar ve Rus yardımını önlemek için, 1833 yılında, Osmanlı devletiyle Mehmet Ali Paşa arasında Kütahya’da bir antlaşma yapılmasını sağlamışlardı.

Antlaşma sonrasında Mısır kuvvetleri Toros dağlarının gerisine çekildikten sonra, İngilizler ve Fransızlar, Rus kuvvetlerinin de İstanbul Boğazından ayrılmasını istemişlerdi.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya güvenmeyen II. Mahmud, Ruslarla 8 Temmuz 1833’te Hünkâr İskelesinde, Hünkâr İskelesi Antlaşmasını imzalamış, Rus ordu ve donanması da İstanbul’dan ayrılmıştı. Hünkâr İskelesi Antlaşması, Osmanlı devletinin Rusya’yla imzaladığı bir karşılıklı yardımlaşma ve saldırmazlık antlaşmasıydı.

Bu antlaşmaya göre; Osmanlı Devleti bir saldırıya uğrarsa Rusya asker ve donanma gönderecek, ancak masrafları Osmanlı devleti ödeyecekti. Antlaşma 8 yıl sürecek, Antlaşmanın gizli maddesine göre Rusya bir saldırıya uğrarsa Osmanlı devleti Çanakkale Boğazını yabancı savaş gemilerine karşı kapatacaktı.

Rusya ile rekabet eden Birleşik Krallık ve Fransa’ya karşı konmuş olan bu madde ile “Boğazlar Meselesi” ortaya çıkmıştı. Hünkâr İskelesi Antlaşmasının 8 yıllık süresi bitince, Boğazlar Meselesini görüşmek üzere, 1841 yılında Londra’da İngiltere, Avusturya, Prusya, Rusya, Fransa ve Osmanlı Devletinin de katılıyla düzenlenen görüşmeler sonunda imzalanan Londra Antlaşmasına göre, Boğazlar Osmanlı devletinin egemenliği altında kalmıştı.

Beykoz Kasrı, Boğaziçi’nde yapılan ilk kâgir ve Neo-Klasik tarzındaki ilk yapılardan biriydi. Dönemin Avusturya İmparatorluğu’nun İtalya bölgesinde çokça rastlanan bir mimari tarza sahipti. İyon ve Korint sütunlu cephesi ve tören ya da muayede salonu ile Yeniköy’deki Avusturya Yazlık Sefaretine benzemekteydi.


Kare planlı ve simetrik düzenlemeli yapı 2 katlı olup, protokol giriş kapısı deniz cephesinde bulunmaktadır. Katların ortasında sofa ve sofa çevresinde de odalar bulunmaktadır. Katlar arasındaki yükseklik 8 metreyi bulmaktadır.

İç mekânlarda renkli somaki ve mermer kullanılmış, duvarlarına büyük boy aynalar yerleştirilmiştir. Kasrın cephe kaplamasında kullanılan taşlar İtalya’dan getirtilmiş, bunlar arasında yer yer beyaz mermere de yer verilmiştir. Kasrın bahçesinde iç duvarları istiridye kabuklarıyla bezenmiş ve ‘’Dağ Hamamı’’ 0larak adlandırılan küçük bir dinlenme köşkü bulunmaktadır. Bu köşk yazın serin, kışın ise ılık olma özelliğine sahiptir.


Abdülmecid'in pek iltifat etmediği kasır, Beykoz çayırındaki bazı törenler için kullanıldıysa da, kentin dışında temiz havalı bir konumda olduğu için, önce yetimler yurdu haline getirilir. 1920’li yıllarda trahomlu hastalar için kullanılan yapı, 1953 te prevantoryum, daha sonra da Çocuk Göğüs Hastalıkları Hastanesine dönüştürülür.

1999 yılında Milli Saraylar Yönetimine devredilen Beykoz Kasrı’nda 2010 yılında yenileme çalışmaları başlar ve 2016 yılı sonlarında Müze-Saray olarak hizmete girer.




ANADOLUFENERİ BEYKOZ İSTANBUL



İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasındaki ranta kurban gitmemiş son yerleşim noktasıdır Anadolufeneri Beykoz'un en çok tanınan köyüdür. Bazıları modern yapılar olan villa tipi evlerle çevrili dar bir yolun sonunda, ilginç mimarisi ile köyün camisi ve karşısında köye adını veren tarihi deniz feneri…

Anadolufeneri bahçesine demirden bir merdivenle çıkılıyor. İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’le birleştiği kuzey ucundaki Yon (Hrom) Burnu üzerinde bulunan deniz feneri, Boğaziçi’nin karşı kıyısındaki Rumelifeneri’nden 2 deniz mili ya da 3704 metre uzaktadır.

Kırım savaşı sırasında, Fransız ve İngilizlerin İstanbul Boğazlarının denetimini ellerinde tutabilmek için, 1834 yılında Anadolufeneri’ nin yapımına karar verilmiştir. 15 Mayıs 1856 yılında da, yine Fransızlar tarafından, karşı sahildeki Rumelifeneri de yapılarak denetim işletilmeye başlamıştı.

Her iki Fener için de, 1933 yılında, Fransızlara verilen 100 yıllık işletme imtiyazı iptal edilmiş ve tamamen Türkiye Cumhuriyeti yönetimine geçmiştir.



25 Nisan 2017, Anadolufeneri İstanbul…

İstanbul Beykoz’un bir mahallesi konumunda olan Anadolufeneri Köyü’nü 2014 yılında görmüştüm. Üç yılda çok şeyler değişti Boğaziçi’nde. Üçüncü Boğaziçi Köprüsü tamamlandı ve araç geçişine açıldı. Güncelleme yapmam gerekiyordu. Rotamı Göktürk-Kavacık aktarma terminali-Beykoz-Anadolufeneri olacak şekilde belirledim. Kavacık aktarma terminalinden kalkan 15D hat numaralı belediye otobüsü Beykoz üzerinden köye ulaşıyordu.

Deniz seviyesinden başlayarak 270 metreye kadar yükselen Beykoz’un engebeli arazisini geçmemiz gerekiyordu. Otobüsümüz Poyraz Sapağından sonra Anadolufeneri yoluna girmeyip, Karakulak Caddesi’ne girerek Kaynarca üzerinden rotasını belirledi. İyi ki böyle bir rota belirlemişti. Böylelikle Anadolu yakasındaki Kuzey Ormanlarını görme ve tanıma fırsatını yakalamış oldum.

Yolun iki tarafı başta kestane ağacı olmak üzere; meşe, gürgen, ıhlamur, kayın, kızılağaç, fındık ve çam ağaçlarından oluşan doğal orman örtüsüyle kaplıydı…

Yavuz Sultan Selim Köprüsü bağlantı yollarındaki viyadükler altından geçerek, İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasındaki son yerleşim noktası Anadolufeneri Köyü’ne ulaştık. Bazıları modern yapılar olan villa tipi evlerle çevrili dar bir yolun sonunda bizi ilginç mimarisi ile köyün camisi ve hemen sağında köye adını veren tarihi deniz feneri karşıladı.




Caminin karşısındaki Anadolu Feneri bahçesine demirden bir merdivenle çıkılıyor. Ancak bu kez çıkamıyorum. Günlerden 25 Nisan 2017 Salı, salı günleri fener ziyarete kapalıymış. Bereket üç yıl önce eşim Serap Akıncı ve aile dostumuz Hülya Güneş ile geldiğimizde gezmiş ve fotoğraflarını çekmiştim. 

İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’le birleştiği kuzey ucundaki Yon (Hrom) Burnu üzerinde bulunan deniz feneri, Boğaziçi’nin karşı kıyısındaki Rumelifeneri’nden 2 deniz mili ya da 3704 metre uzaktadır.

Kırım savaşı sırasında, Fransız ve İngiliz gemilerinin Boğazların denetimini ellerinde tutabilmek için Anadolufeneri ‘nin 1834 yılında yapılmasına karar verilmişti. 15 Mayıs 1856 yılında Fransızlar tarafından, karşı sahildeki Rumelifeneri ile beraber kule kısmı yapılarak, denetim işletilmeye başlanmıştı.

Her iki Fener de 1933 yılında, Fransızlara verilen 100 yıllık işletme imtiyazı iptal edilmiş ve tamamen Türkiye Cumhuriyeti yönetimine geçmiştir.

Beyaz taştan yapılmış fenerin boyu 20 metredir. Yalnızca Beykoz’a dönük yüzünün dar kısmı karanlıkta kalır. Fenerler, kuruldukları yıllarda fitilli gazyağı lambası ile çalışırken, daha sonraları gazlı sistem ile çalıştırılmıştır. Şu anda 1 000 watlık elektrik ampulü kullanılmaktadır.  Işığın kaynağını kuvvetlendirmek için, odak uzaklığı 50 cm olan 4 adet catadioptric panel kullanılmaktadır. Paneller bilye üzerinde dönebilmektedir.

Panellerin döndürülmesi için kurmalı devir makinesi kullanılırken, 2005 yılında elektrikli tahrik sistemine geçilmiştir. Elektrik kesintilerine önlem olarak, bütangaz ile destekli, kurmalı sistem yedekte tutulmaktadır. İlk günkü gibi korunan ve açık havalarda 16 deniz mili açıklığı görebilen fener, İstanbul’un Karadeniz’e açılan kapılarından birinde Karadeniz’den gelip Boğaz’a girecek gemilere rehberlik etmektedir.


Anadolufeneri orijinal halini koruyan nadir fenerlerden biridir.  Fenerin kristalini döndüren motor ve ampul sonradan eklenmiş. Denizden 75 metre yükseklikteki fener, saniyede bir beyaz ışık veriyormuş. Birkaç yıl önce Anadolu Deniz fenerinin bahçesi düzenlenerek halkın ziyaretine açılmış. Konuklarının oturup, İstanbul Boğazı ile Karadeniz’in kucaklaştığı noktadan manzarayı, gemileri, balıkçı teknelerini, eğer o gün şanslıysanız, yunusların dansını seyir imkânı sunuyor.

Deniz feneri ile ilgili bu bilgileri anımsadıktan sonra köyün camisine yöneldim. Köyün camisi 1800’lü yıllarda yapılmış. Şu anda kapalı. İstanbul’un en güzel camilerinin başında geldiğini söylemişti üç yıl önceki ziyaretimizde caminin bitişiğinde boncuklu elişi ürünler satan beyefendi.

Caminin seyir balkonu muhteşem bir manzara ve görsel bir şölen sunuyor bize. Anadolufeneri Köyüne gelen herkesin ilk ziyaret ettiği ilk yerlerden biriymiş caminin seyir balkonu. Yüksek bir tepenin üzerine kurulu köyün denize en sıfır noktasındaki bu caminin seyir terası, köyün balıkçı barınaklarının bulunduğu koya tepeden kuşbakışı bir konumla bakıyor.  Mevsimine göre, izleyenlere eşsiz bir manzara sunuyor. Yazın denize girenler ve teknelerine yeni sezon hazırlığı yapan balıkçılar kışın ise hırçın denizin dalgaları izlemeye doyulmayan bir manzara oluşturuyor.


Bir hayli panoramik fotoğraf çektikten sonra seyir terasından ayrılarak köyü dolaşıyorum. Ara sokaklarına giriyorum, kuzeyinden Karadeniz fotoğrafları çekmek istiyorum. İzlenimlerime gelince… Şirin, güzel, sakin, kendi halinde hemen herkesin birbiriyle akraba olduğu, içinde dolaşırken İstanbul’da olduğunuzu bir anda unutuverdiğiniz küçük bir balıkçı köyü.

Sokaklarında çocukların özgürce oynayabildiği, hala güzel komşuluk ilişkilerinin kaybolmadığı bu köyde herkes birbirini tanıyor. İnsanların birbirleriyle karşılaştığı zaman selamlaştığı, hal hatır sorduğu, yardımlaştığı, bir görenin bir daha görmek istediği bir köy Anadolufeneri. Köye gelen ziyaretçilerin yemek yiyebilecekleri çeşitli balık lokantaları var. Köyün girişinde ise büyük piknik alanı olarak da hizmet veren piknik bahçeleri bulunuyor. Buralarda her çeşit yemeği, odun ateşiyle yanan semaverlerde demlenmiş çayı güler yüzlü bir hizmet eşliğinde yeme içme olanağı var.

Köyü gezdikten sonra sahile inmek istiyorum. Caminin seyir terasından bakarken bir balıkçı görmüştüm. Sahile inebilecek bir yol ararken Captain’s Restoran’ın yanından sahile inen merdivenler görüyorum. Bir süre sonra merdivenler bitse de bir patika oluşturulmuş. Kaymamaya ve düşmemeye dikkat ederek sonunda sahile iniyorum. Ancak balıkçıya ulaşma ve sohbet etme olanağı yok.

Sahilden bakıldığında cami ve deniz feneri bitişikmiş gibi görünüyor. Yeterli fotoğraf çektikten sonra, bu kez, Yalı Yolu’nu kullanarak köye çıkıyorum. Geri dönüş otobüsümün gelmesine zaman olduğunu görünce, çantamdaki kaşar peynirli sandviçimi ve kolayı çıkararak, açlığımı gidermeye çalışıyorum. Çalışıyorum çünkü mevsim gereği bütün balıkçı lokantaları kapalı…

Bir sonraki yazı dizisinde buluşmak üzere…



POYRAZKÖY BEYKOZ İSTANBUL


İstanbul’dasınız ama kendinizi İstanbul dışında hissediyorsunuz. Çünkü halkının Karadeniz’den göç etmiş olması ve kendi şiveleri ile konuşuyor olmalar farkındalık yaratıyor… 

Poyrazköy’e ulaşmak için Yaz aylarında hem Boğaziçi ulaşım araçlarından hem de karayolundan yararlanmak mümkün. Poyrazköy Plajı’na gidenler, genelde Boğaziçi yolunu tercih ediyorlar. Boğaziçi ile ulaşmak için, sadece yaz aylarında işletmeye açılan, Sarıyer’den kalkan vapurlar kullanılıyor.

Aylardan Nisan… Deniz ulaşımı olmadığı gibi, karayolu ulaşımı da sadece Beykoz üzerinden yapılmaktadır. Kavacık aktarmada bekleyen 135 hat numaralı İETT otobüsü Beykoz üzerinden Poyrazköy’e gidiyor. Bu hat üzerindeki durakların herhangi birinden Poyrazköy’e ulaşmak mümkün.

Rumeli yakasında bulunuyorsanız Mecidiyeköy-Kavacık aktarma-Beykoz-Poyrazköy rotasını izlemelisiniz. Mecidiyeköy mezarlık yanından kalkan 121A hat numaralı otobüsle önce Kavacık aktarma terminaline ulaşmalısınız.

Poyrazyolu’nun yapım hikâyesini sonradan öğrendim. Poyrazköy ’ün Beykoz ile bağlantısı 1958 yılına kadar deniz yoluyla balıkçı tekneleriyle yapılıyormuş. Beykoz Anadolufeneri köyüne ulaşımı sağlayan yol 1941 yıllarında kazma ve küreklerle ve insan gücüyle yapılmış.

1958 yılında ise, Poyrazköy’ den bu yola bağlantı yapılarak, köy halkının ilçeyle bağlantısı sağlanmış.  Ormanlar arasındaki dönemeçli Poyrazyolu üzerinde yaklaşık 1 500 metre ilerledikten sonra, 90 derecelik bir dönüşle, Plaj Caddesi’ne giriliyor.

Köyün ince ve sarı kumu olan oldukça uzun bir plajı var. Durgun, berrak, masmavi suları ve sarı ince kumlarının oluşturduğu kumsalıyla plaj, Üçüncü Boğaziçi Köprüsü ve Rumeli yakasındaki Garipçe Köyü doyumsuz bir manzara oluşturuyor.

Denizi berrak ve oldukça temizdir. Bunda bölgenin askeri alanla çevrili olması da etkili… Sanırım bu yüzden temiz kalabilmiş denize sahip tipik bir sahil kasabasıdır Poyrazköy… İstanbul’dasınız ama kendinizi İstanbul dışında hissediyorsunuz. Çünkü halkının Karadeniz’den göç etmiş olması ve kendi şiveleri ile konuşuyor olmalar farkındalık yaratıyor… Oldukça sıcakkanlılar ve cana yakınlar…

Poyrazköy sahili nefes kesen bir manzaraya sahip birbirinden hünerli balıkçı lokantaları ile ünlüdür. Ne yenir diye soracak olursanız balık, balık, balık… Yanında kalamar ve midye bir salataya da hayır demezsiniz sanırım… Konaklama için fazla seçeneğiniz yok. Bir adet motel ve kiralanacak evler var…  Son verilere göre, yaz ayları haricinde, kalıcı nüfusu 900 civarındadır.



19 Nisan 2017, Poyrazköy Beykoz İstanbul…

İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında henüz ranta kurban gitmemiş Poyrazköy’ü daha önce iki kez ziyaret etmiştim 2014 yılında. İlki Nisan ayında yalnız, ikincisi de 12 Eylül 2014 Pazar günü eşim ile İzmir’den bizi ziyarete gelen aile dostumuz Hülya’nın da isteği üzerine gerçekleşmişti. Üçüncü Boğaziçi Köprüsü de yapım aşamasındaydı.

Aradan yaklaşık 2,5 yıl geçti. Köprü yapıldı, işletmeye açıldı ve  güncelleme gereği doğdu. Güncellemem gerekiyor. Poyrazköy’e ulaşmak için kendime bir rota çizmeye çalışıyorum.

Göktürk’ten hareketle Mecidiyeköy-Kavacık aktarma-Beykoz-Poyrazköy rotasını izledim. Mecidiyeköy mezarlık yanından kalkan 121A hat numaralı otobüsle önce Kavacık aktarma terminaline ulaştım. Kavacık aktarmada bekleyen 135 hat numaralı İETT otobüsü Beykoz üzerinden Poyrazköy’e gidiyor. Bu rota üzerinden yaptığım yolculuk oldukça uzun oldu ama değdi doğrusu…

Deniz seviyesinden başlayarak 270 metreye kadar yükselen Beykoz’un engebeli arazisini geçmemiz gerekiyor. Beykoz merkezden sonra Doğu Kapısı Caddesi’ne girdiğimiz andan itibaren 201 metre yükseklikteki Yuşa Tepesine kadar tırmanıyoruz. Otobüsün pencere kenarına oturmuştum. Görüş ufkuma giren manzaranın muhteşem olduğu bu yolun da her iki yanı orman… Beykoz yamaçları, başta kestane ağacı olmak üzere; meşe, gürgen, ıhlamur, kayın,  kızılağaç, fındık ve çam ağaçlarından oluşan doğal orman örtüsüyle kaplı…

Bindiğim toplu taşım aracının avantajlarından biri de, yere göre oldukça yüksekte kalan koltuklarından, çevreyi rahatlıkla seyredebilme olanağı sunması. Ayrıca, doğal orman ortamından gelen Çam kokusu sinirlerimi yatıştırdığı gibi, yaptığım uzun süreli yolculuğu da unutturdu.

Anadolufeneri yolunda, yaklaşık 8 kilometre sonra Poyrazköy sapağına ulaştık.  Beykoz sırtlarının en tepesine çıkmış olmalıyız ki, Poyrazköy’e doğru,  S biçimindeki dönemeçlerle ve sıkça frenleyerek inmeye başlıyoruz. Hem ürkütücü, hem de muhteşem bir manzaraya sahip Poyrazyolu.

Poyrazyolu’nun yapım hikâyesini sonradan öğrendim. Poyrazköy ’ün Beykoz ile bağlantısı 1958 yılına kadar deniz yoluyla balıkçı tekneleriyle yapılıyormuş. Beykoz Anadolufeneri köyüne ulaşımı sağlayan yol 1941 yıllarında kazma ve küreklerle ve insan gücüyle yapılmış. 1958 yılında ise, Poyrazköy’den bu yola bağlantı yapılarak, köy halkının ilçeyle bağlantısı sağlanmış. 

Ormanlar arasındaki dönemeçli Poyrazyolu üzerinde yaklaşık 1 500 metre ilerledikten sonra, 90 derecelik bir dönüşle, Plaj Caddesi’ne girdik. Plaj Caddesi’ne girmemizle birlikte, panoramik olarak ve bütün güzelliği ile birlikte, Poyrazköy ve Üçüncü köprü göründü. Otobüsten inmenin tam zamanı diye düşünüyorum ama otobüs durmuyor.


Tam köyün girişinde, Karaağaç Yolu civarındaki durakta durdu. Otobüsten inerek geri döndüm ve tepelere doğru hızla tırmandım. Plaj Caddesi ile İncirlik Sokak kavşağına ulaştım. Bu bölge panoramik fotoğraflar için en iyi çekim noktalarını oluşturuyor. Bir hayli panoramik fotoğrafla birlikte selfie çekimi yaptıktan sonra, Plaj Caddesi’ni izleyerek köye girdim. İETT Dere Mahallesi durağı ile birlikte Poyrazköy plajı da görüş alanıma girdi. 

Köyün ince ve sarı kumu olan oldukça uzun bir plajı var. Durgun, berrak, masmavi suları ve sarı ince kumlarının oluşturduğu kumsalıyla plaj, Üçüncü Boğaziçi Köprüsü ve Rumeli yakasındaki Garipçe Köyü doyumsuz bir manzara oluşturuyor.

Mevsim gereği hava sıcaklıkları yeni artmaya başladı. Deniz suyu sıcaklıkları henüz oldukça düşük. Plajda görevli birkaç kişi var, yaz mevsimine hazırlık yapıyorlar. Plajda çalışanlardan biri geçen yıl plaja giriş ücretinin 7,5 TL olduğunu söylüyor. Ayrıca beni bilgilendiriyor. Gördüğünüz gibi, denizimiz berrak ve oldukça temizdir diyor. Bunda bölgenin askeri alanla çevrili olması da etkili… Sanırım bu yüzden temiz kalabilmiş denize sahip tipik bir sahil kasabasıdır Poyrazköy…


İstanbul’dasınız ama kendinizi İstanbul dışında hissediyorsunuz. Çünkü halkının Karadeniz’den göç etmiş olması ve kendi şiveleri ile konuşuyor olmalar farkındalık yaratıyor… Oldukça sıcakkanlılar ve cana yakınlar…

Poyrazköy sahili nefes kesen bir manzaraya sahip birbirinden hünerli balıkçı lokantaları ile ünlüdür. Ne yenir diye soracak olursanız balık, balık, balık… Yanında kalamar ve midye bir salataya da hayır demezsiniz sanırım… Konaklama için fazla seçeneğiniz yok. Bir adet motel ve kiralanacak evler var…  Son verilere göre, yaz ayları haricinde, daimi nüfusu 900 civarındadır.

Beni bilgilendiren genç arkadaşa teşekkür ederek ayrılıyor ve limana doğru yürüyorum. Dalgakıranın korumalık yaptığı kocaman bir balıkçı barınağı ise biraz ileride, plajın hemen yanında yer almış. Karınca gibi çalışan balıkçılardan bazıları ağlarını onarıyor, bazıları da karaya çıkardıkları teknelerini boyuyor.


Balıkçı barınağının kuzeyinde Poyrazköy Kalesi görünüyor. Sağ tarafında da Poyrazköy Camisi var. Camiye çıkan oldukça eğimli bir yolu tırmanmaya başlıyorum. Yolun ortasına geldiğimde ikiye ayrıldığını görüyorum. Sağdaki yol merdiven basamaklarıyla sosyal mekânlara çıkıyor anladığım kadarıyla. Nitekim merdivenlerin sonunda ‘’Mahallenin Kahvehanesi’’ denilen yere ulaşıyorum.

Oldukça yüksekteki yamaçta bulunan kahvehanenin konumu olağanüstü bir yere sahip. Yarım ay şeklindeki Poyrazköy Koyu ayaklarımın altında duruyor. Poyrazköy sahilinin tamamı halı gibi, ayaklarımın altına serilmiş sanki. Boğaziçi, Üçüncü Boğaziçi Köprüsü ile köprünün Rumeli ayağının sağ tarafında Garipçe köyü ve Boğaziçi’nin Karadeniz’e ulaştığı noktada Rumelifeneri yer alıyor. Manzara tek kelime ile doyumsuz…


1408 metre uzunluğundaki köprüyü taşıyacak köprü ayakları 20 metre derinlik ile 20 metre çapında bir tabana yerleştirilmiş. Ayaklar her iki yakada da deniz seviyesinden 12 metre derinliğe indirilmiş. Ayaklarının yüksekliği 320 metre olan köprünün genişliği 59 metre olup, üzerinden 10 şerit geçecek şekilde düzenlenmiş.  8 şerit karayolu, 2 şerit ise Marmaray ve İstanbul Metrosu’yla bütünleşmesi düşünülen demiryolundan oluşacak.

Boğaz Köprüleri üzerinden ilk kez demiryolu hattı geçirilirken; proje sayesinde Atatürk, Sabiha Gökçen ve yeni yapılacak 3. Havalimanı birbirine bütünleşmiş tren yoluna sahip olacak. Bu özelliği ile üzerinde raylı sistem olan dünyanın en uzun asma köprüsü unvanına kavuştu diyor yetkililer.

Boğaziçi’nin ve Poyrazköy koyunun panoramik görüntüsünün en iyi göründüğü bir yere oturup, bir çay söylüyorum. Çayımı içerken kendimi şanslı hissediyorum bu güzellikleri görebildiğim için. Karşımdaki doyumsuz manzaradan gözlerimi ayırarak çevreme bakıyorum.


Müşterilerinin okumaları için gazete, dergi ve kitap bulundurulduğunu görüyorum. Geniş, temiz ve iyi döşenmiş bu kahvehanede bulunanların bazıları sohbet ederken, bazıları da gazete ve kitap okumaktaydı.

Tekrar İstanbul Boğazı’na ve köprü ayaklarına odaklanıyorum. Yarım ay şeklindeki koyun sivri uçlarından sağdakinde Poyrazköy Kalesi yer almış. Soldakine Üçüncü köprünün ayaklarından biri oturtulmuş. Üçüncü köprü ile ilgili bu bilgileri hatırladıktan sonra, yarım ay şeklindeki Poyrazköy koyuna bir kez daha bakıyor ve kaleye gitmek üzere kalkıyorum.

Kahvehane ile kale arasında cami bulunuyor. Eski kaynaklara göre cami, 1441 yılında, bölgedeki tabur tarafından yapılmış. Bu bilgi bir söylence olarak duruyor. Yeni bilgilere göre, Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa tarafından 1782 yılında yaptırılmış. Mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait olan cami, 1991 yılında onarım görmüş.


Camiyi geçerek kaleye gidiyorum. Bir ikizi Garipçe ’de bulunan Kale, Osmanlı Padişahı III. Mustafa tarafından, Macar asıllı Fransız mimar Baron François de Tott’a yaptırılmış. Yarım ay şeklindeki koyun sağındaki kayalıklar üzerine inşa edilen kale, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından bir süre kullanılmış. Kullanılmış ama ben ortalıkta kale ve kale girişi göremiyorum.

Bir minibüsü çayhane haline getirmiş olan bir hanımefendiye kalenin girişini soruyorum. Çöplük ve pislik yuvası haline gelmesi nedeniyle, Askeri yetkililer tarafından girişi kapatılmış. Üzülerek ayrılıyorum.

Poyrazköy Camisi’nin kuzeyindeki Akgül Sokak üzerinden köyün kuzey-doğusunda kalan bölgelerini görmek istiyorum. Sokağın kuzeyinde, yaklaşık 2,5 km uzaklıkta Anadolufeneri Köyü görünüyor. Akgül Sokaktan Merkez Caddesi’ne geçiyorum.

Kuzeyinde Poyrazköy Mezarlığı var. Düzenli olarak bakım yapıldığı görülüyor. Mezarlığın bitim noktasında İETT otobüs terminali manevra alanı ve oldukça büyük bir meydan var.

Derya Büfenin yanından Muhtar Ali Süer Sokak aracılığı ile iç bölgelere geçiyorum. Bahçeleriyle klasik köy evleri Boğaziçi ve köprüye bakıyor. Evlerin bahçeleri, doğal çiçekleri ve meyve ağaçlarıyla baharın geldiğini gösteriyor. Sokakta yürürken bahçe duvarını onarmakta olan bir adama ‘’Kolay gelsin’’ dedikten sonra, ‘’Köprü yapıldıktan sonra köyde bazı değişiklikler oldu mu?’’ Diye soruyorum. Vatandaş dertli…


Dertli olan vatandaşa göre, köprü yapımından sonra bazı rantçıların bu güzelim cennet koylarına ve arazilerine göz diktiklerini söylüyor. Doğal yapının talan edilmesinden korkuyor. Devam ediyor. ‘’Zaten köy statüsünden mahalle statüsüne geçirilerek bir darbe yedik. Eskiden köye ait su kuyularımız vardı. Çok düşük ücretlerle bu kuyulardan su temin ederek sebze ve meyve ağaçlarımızı sulayabiliyorduk. İnek besleyerek sütünden yararlanabiliyorduk. Şimdi su kuyuları ASKİ denetimine geçti, şebeke suyu kullanmaya başladık. İnek besleyemez olduk.’’

Dertli vatandaşın yanından ayrılarak otobüs terminaline gidiyorum. Yaklaşık 20 dakika sonra gelen otobüsle, tekrar gelmek üzere, Poyrazköy’den ayrılıyorum. Zamanı olanların, gezilecek yerler listesinin ilk sıralarına Poyrazköy’ü eklemelerini öneriyorum.