İSPANYA BAŞKENTİ MADRİD

 

Başkenti Madrid olan İspanya, yüksek gelirli ve gelişmiş ülke kategorisindedir. Ülke, avro bölgesinde Almanya, Fransa ve İtalya'dan sonra dördüncü büyük ekonomidir.

Her renk, din ve dilden insanların bulunduğu İspanya Pekin ve Milano’dan sonra dünyanın en çok çokuluslu varlığına sahip 8. Kentidir.

İstanbul, Londra, Berlin ve Paris’ten sonra Avrupa’nın en kalabalık beşinci, ekonomik olarak Londra, Paris ve Moskova’dan sonra Avrupa’nın dördüncü en zengin şehridir.

Neredeyse gördükleri herkese, ''Hola'' Merhaba diyen İspanyollar sıcakkanlı insanlar olup, eğlenmek için her zaman bir nedenleri vardır. Akşamları herkes sokaklarda olup, hayatları kafelerde ve barlarda geçer.

İspanyollar, ki bazıları bunu redderek Katalan olduğunu söyler, Güneybatı Avrupa'nın İber Yarımadası'nda yer almakta olan İspanya'nın yerli halkına verilen isimdir.

Bunun yanı sıra, en büyük kısmı Latin Amerika'da olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde İspanyol kolonizasyoncuları soyundan gelen önemli sayıda İspanyol yaşamaktadır. 

Dünyanın beş kıtasında toprağı olan, dünyanın ilk küresel imparatorluğunu kuran ülkedir İspanya. İspanyol İmparatorluğu, İspanya ya da İspanya hükümdarları tarafından fethedilen, miras kalan ya da el konan arazileri kapsar. Bu arazilere Kuzey ve Güney Amerika'nın geniş kesimleri de dahildir. 

İspanya, 19. yüzyılın sonunda Filipinler'i, 20. yüzyılın başında da Küba'yı İspanya-Amerika Savaşı'nda yitirince, Fransa'yla birlikte sömürdüğü Fas ile bir diğer Afrika ülkesi olan Ekvator Ginesi kalacaktı.

İspanya’nın başkenti Madrid, İber Yarımadası’nın orta kesiminde Manzanares Irmağı`na bakan bir kayalık üzerinde, ileri karakol vazifesi gören bir kale Alkazar’ın çevresinde kurulmuş.

Endülüs Emevileri döneminde adı Pınarlar mekânı anlamına gelen Macerit’miş, Madrid’e dönüşmüş. 1085 yılında şehir Müslümanlardan Kastilya Krallığı’na yani İspanyollara geçmiş. 1568 de ise İspanya’nın başkenti olmuş.

635 metre yükseklikte kurulan şehir Avrupa’nın en yüksek ve en genç başkentlerinden biri. Başkent ilan edilinceye kadar bir taşra görünümünde olan Madrid, 1750’li yıllardan itibaren geniş cadde ve meydanların, parkların açılmasıyla, modern bir görünüm kazanmış.

Farklı dönemlerin farklı sanat akımlarını taşıyan tarihi yapılar günümüze kadar korunarak ulaşmış.





En büyük özelliklerinden biri de çok sayıda muhteşem meydanlara sahip olması. Bunlardan bazıları Mayor Meydanı, Güneş Meydanı, İspanya Meydanı, Kibele Meydanı, Neptün Meydanı, Kolomb Meydanı…

Madrid de çok sayıda müze bulunmaktadır. Bunların içerisinde Prado Müzesi dünyanın en büyük sanat galerisi olarak kabul edilmektedir. Zengin tarihi mirasının yanı sıra canlı bir kültür ve sanat merkezi olarak da önem taşır.

Gelişmesi ve ülke ekonomisinde ağırlıklı bir rol kazanması yakın tarihlere rastlar. Madrid’in idari hizmetleri, bankacılık ve sigortacılığa dayanan ekonomisine, ulaşım ağının merkezi olması ve turizmden kaynaklanan gelirler de önemli katkıda bulunur.

Endülüs Emevilerinin kurduğu ileri karakol Alkazar’ın devamı olarak günümüze ulaşan Madrid´in kendine ait 7 yıldızlı yerel bir bayrağı bulunmaktadır. Madrid gökyüzünde ki takım yıldızların en rahat gözlendiği şehirlerden biridir. Gökyüzünde 7 yıldız biraya geldiğinde, Kastilya bölgesinin haritasına çok yakın bir şekil ortaya çıktığı söylencelerden biridir.

İspanya’nın yönetim şekli parlamenter demokrasiye dayalı monarşidir. General Franco’nun 36 yıllık diktatörlüğü 20 Kasım 1975’de ölümüyle sona ermiş ve iki gün sonra Bourbon Hanedanı’ndan I. Juan Carlos İspanya tahtına çıkmıştır.

Tüm siyasi partilerin katıldıkları serbest bir seçimin ardından ülkenin yeni siyasi düzenini belirleyen Anayasa 1978 yılında halkın çoğunluğu tarafından kabul edilmiş ve Kral’ın onayıyla yürürlüğe girmiştir.

Resmi yapılarda İspanya bayrağı kullanılmakla birlikte, 1982 anayasası ile birlikte Madrid´in bayrağı yerel yönetim bayrağı olmuş.

HAYALLERİMİN KENTİ VENEDİK 1989

 


İtalya’nın Kuzey doğusunda, Adriyatik kıyısında, yarım ay şeklindeki bir ”Lagün” üzerine kurulmuş olan Venedik; 118 adacık, 180 kanal ve adacıkları birbirine bağlayan 400 köprüden oluşuyor.

Yarım ay şeklindeki lagünün, yapısından , dünyada bir eşi daha bulunmayan bir coğrafyası var. Yaşarken görülmesi gereken yerlerden biri.

Tümüyle antik yapılardan oluşan ve 1000 yıldır değişmeyen mimarisiyle gizemli bir kent Venedik…  

Venedik’e, ana karadan 4 kilometre uzunluğundaki bir köprüden geçen tren ve otomobille ulaşılabiliyor. Lido di Jesolo’da konaklayanlar için ise Vaporettolarla ile güneyden San Marco Meydanına en yakın iskeleye ulaşmak da mümkün.

Lido di Jesolo ile Venedik arasında küçük, turistik vapurlar ulaşımı sağlıyor. Biz de Lido di Jesolo’dan kalkan bir vaporetto  ile San Marco Meydanı’na en yakın iskeleye ulaşmıştık.


Bizi San Marco Meydanı'na götürecek olan sahil yolu oldukça kalabalık, telaşlı ve hareketli gruplar tarafından doldurulmuştu. Yine de sıralanmış vaporetto duraklarından inen yüzlerce turist aynı anda  San Marco’ya yöneldi.

Seyyar satıcılar, sokak ressamları, sokak  karikatüristleri,  sokak çalgıcıları ve akla gelebilen her şeyi pazarlayanlar yolun iki tarafına sıralanmıştı. Mahşeri kalabalığın yürüdüğü yolun iki tarafında küçük alış veriş dükkanları vardı.

Bu dükkanlarda aradığınız her şeyi bulabilmek mümkün. Oldukça pahalı olan el işi takıların  yanı sıra, Venedik’i anımsatacak hatıra eşyaları, magnetler ve hepsinden önemlisi de maskeler satılıyordu.

Rehberimizin verdiği bilgilere göre,  maskeleriyle ünlü Venedik Karnavalı, 26 Şubat-8 Mart tarihleri arasında gerçekleşiyordu. Venedik’in dünyaca ünlü ve en popüler etkinliği olan karnaval, ilk kez 1268 yılında kutlanmaya başlamıştı.

Dükkanlarda bol miktarda maske satılmasının nedeni, dünyaca ünlü Venedik Karnavalıymış. Karnaval geleneğinin temelinde, geçmişte, sosyal sınıflar arasında düzenlenen kuralların karnaval süresince ortadan kalkması yatıyordu.

Maskeler arkasında olan insanların hangi sınıf ve hangi statüde olduğunu anlama olanağı olmadığı için kişiler, kimliklerini gizleyerek, gündelik yaşamın boğucu etkisinden kurtulmanın yolunu bulmuşlardı.

Karnavala gösterilen ilgi ve Venedik’e çektiği ziyaretçi sayısı nedeniyle, 18. Yüzyıldan sonra resmiyet kazandırılmış  ve   yerel yöneticilerce, belirli bir program çerçevesinde, festivalin gerçekleşmesi sağlanmıştı.

Karnaval zamanı olmadığı için biz, başta Marco Meydanı olmak üzere, bu gizemli ve 1000 yıllık antik kenti, bütün sokak, cadde, antik yapıları ve kanalları ile tanımak istiyoruz.

Vaporettodan indikten sonra, San Marco’ya ulaşabilmek için, bu kanalları birleştiren iki köprüden geçmek zorunda kaldık. Son köprüden geçerken, oldukça dar olan bir kanala  baktığımızda,  binaları birleştiren üstü kapalı bir köprü ilgimizi çekti.


Kentin hayat damarları su kanalları olup; adacıklar ve Venedik’teki bölgeler, köprüler ve gondollarla birleştirilmiş. kanalların iki yakasındaki binalar da öyle…

Rehberimizden edindiğimiz bilgiye göre; San Marco Meydanındaki Dükler Sarayını, o dönemdeki hapishaneye bağlayan köprü olup, Ponte dei Sostri olarak tanınıyormuş.

Mahkumların hapishaneye geçerken kullandıkları bu köprüden son kez Venedik ve güzelliklerini görebildikleri için; ‘’ah vah’’ edip, ‘’İç çektikleri’’ için, halk arasında ‘’Ahlar Vahlar Köprüsü’’, ‘’Hasret Köprüsü’’ adlandırılmaları yapılmış.

San Marco Meydanı

Venedik kentinin tüm gizemini içinde barındıran mucizeler meydanı San Marco’ya giriyoruz. Sanki gerçek üstü bir meydandayız, tarih kokan bir havası var. Birden bire, 1000 yıl öncesinden çıkıp, gelmiş gibi karşımızda duruyor.

1000 yıldır  değişmeden günümüze ulaşan San Marco Meydanı, Venedik’in en güzel anıt binalarından biri olan Dükler Sarayı, Sansovino kütüphanesi ve Çan Kulesi ile çevrilidir. Bu geniş alan, süslemeleriyle, meydan ve Venedik’e uhrevi  bir hava katan San Marco Kilisesiyle son bulur.

San Marco Meydanı Venedik'in kalbidir. Napolyon'a göre ise, dünyadaki en güzel misafir odasıdır. Bundan ötürüdür ki misafirleri hiç eksik olmaz.

Kilisenin tam karşısında, 99 metre yüksekliğindeki Çan Kulesiyle meydan tamamlanır.







Meydandaki tarihi ve gizemli havaya güvercinler ve turist ordusu eşlik ediyordu. Özellikle güvercinler ordusu ön plana çıkmıştı. Elinizde yiyecek bir şeyler gördükleri anda; kollarınızda, tepenizde,   omuzlarınızda, ellerinizde, velhasıl her yerinizde yerlerini alıp ve gagalamaya başladılar.

Bir söylenceye göre, Venedik’e ilk güvercinler, Kıbrıslı tüccarlar tarafından getirilmiş. Venedik Dükünün karısına hediye olarak getirilen güvercinler, güvercinler ordusuna dönüşmüş.

Günümüzde, turistler tarafından ilginç bulunup, güvercinlerle fotoğraflar da çekildiğinden, yerel yöneticiler tarafından da ayrıcalıklı bir duruma gelmişler. Binalarla birlikte, güvercinler de korumaya alınmış sanki. Aynı durum, İstanbul’da, Eminönü’nde, Valide Sultan Camii önündeki güvercinler için de geçerliydi.

Başlangıçta pazar yeri olarak tasarlanıp kullanılan San Marco, 1536 yılından sonra  özel bir statüye kavuşturulmuş. Venedik Cumhuriyetinin yönetim yeri haline gelmiş ve pazar kurulması yasaklanmış.

Meydanın deniz tarafındaki girişinin her iki tarafında birer tane sütün yer alır. Birinin üzerinde, Venedik'in ilk koruyucusu seçilen Bizans Kraliçesi Theodore'nin heykeli bulunur. Diğerinde ise sonradan, kentin yeni koruyucusu olarak seçilen San Marco’yu sembolik olarak temsil eden ve Venedik’in de sembolü olan bronz bir aslan heykeli bulunmaktadır.

Dükler Sarayı                                 

Venedik’in en güzel anıt binalarından biri olan Dükler sarayı, 1309-1324 tarihleri arasında Filippo Calendario tarafından tasarlanmış,  Rönesans döneminde tamamlanmıştır. Gotik mimarinin en güzel örneklerinden biri olarak bilinmektedir. Eski Venedik Cumhuriyetinin seçimle işbaşına gelen yöneticilerinin, resmi konutları ve yönetim yeri olarak kullanılmış. Yapının bir bölümü hapishane olarak ayrılmış. Önemli tutsaklar burada konuk edilmişler.

Hemen arkasındaki hapishane ile bağlantısı ”Hasret Köprüsü” ile sağlanmış. Yanları ve üstü kapalı olan bu köprü, Beyaz kireç taşından yapılmış.

Sansovino Kütüphanesi

San Marco Meydanında, Dükler Sarayı karşısında  gösterişli bir binadır. Mimar Palladio’nun esri olduğu söylenmektedir. Kardinal Besserione tarafından oluşturulan bir kütüphane olup, oldukça zengin ve nadide eserleri   barındırdığı söylenmektedir. Hazreti İsa’nın 12 havarisinden biri olan ve dört İncil’den birini yazdığı söylenen San Marco ile ilgili oldukça fazla kitabın yanı sıra, Haçlı Seferleri, bu seferlere verilen destek ve ipek yolu ile ilgili olan çok sayıda kitap bulunduğu bilinmektedir.

San Marco Kilisesi (Bazilikası)

Katedrali olarak da tanımlanan San Marco Kilisesi, Venedik’in Koruyucusu seçilen San Marco’ya adanmış olmasının yanı sıra, Venedik Cumhuriyetinin gücünü ve görkemini de temsil edecek biçimde tasarlanmıştır. Söylenceye göre, Dört İncil’den birini yazan San Marco, gördüğü bir rüyada, ”Venedik’te  Huzur Bulacaksın” söylemiyle karşılaşır. Ölümünden sonra Venedik’e gömülmesini vasiyet eder. Ancak, Mısır’da ölür ve İskenderiye’de gömülür. San Marco’nun Venedik’e ait olduğunu düşünen iki Venedikli tüccar, San Marco’nun rüyasını ve vasiyetini gerçekleştirmeye karar verirler.

San Marco’ya ait olduğu sanılan bazı eşyalarla, kemiklerini İskenderiye'den kaçırarak Venedik’e getirirler.

Aziz mertebesindeki San Marco Venedik’in koruyucusu seçilir ve kilisenin yapımına başlanır. 832 yılında başlayan yapımın dekorasyonu 883 yılında biter.  Kilisenin dekorasyonu dillere destandır. İç dekorasyonda  kullanılan mozaiklerin kapladığı alan insanları hayrete düşürüyor. Tavandaki mozaiklerin alanının 4 000 m2 den fazla olduğu söyleniyor.

Altın sarısı rengindeki bu mozaiklerden ötürü, San Marco Kilisesi ”Altın Kilise” olarak biliniyor.976 yılındaki bir ayaklanmada, Dükler Sarayı yanar ve alevler, bitişikteki San Marco Kilisesine de oldukça  zarar verir. Kilisenin yenilenmesi, 1 000 yılına doğru, Pitro Orseole tarafından gerçekleştirilir. Ancak, daha sonraki yıllarda, Dük Dominico Contarini kiliseyi beğenmez ve yıktırır. 1063 yılında, o   dönemin ünlü mimarlarının yetenekli öğrencilerine yaptırılan proje uygulanır.110 yıl sonra, 1073 yılında kilise tamamlanır. Bir dönem, Bizans Mimarisinde uygulanan Yunan Haçı biçimindeki tasarım burada da kendini göstermiştir. (+) biçimindeki Yunan Haçı tasarımı, birbirine dik koridorlardan oluşan dört eşit kol, orta açıklıkta birleşir. Her kol ve orta açıklık birer kubbe ile örtülmüştür.

Kubbeler, pandantifler yardımıyla, ayaklara ve sütunlara otururlar. Kilisenin içindeki kubbelerin içleri, pandantifler, kemerler ve tonozlar, dışta ise, ön cephede yer alan kemer alınlıkları, altın sarısındaki mozaik tekniği ile resimlenmiştir. Bu uygulama, kiliseye masalımsı bir hava kazandırmıştır. San Marco Meydanının gizemi de kilisenin altın sarısı renginden kaynaklanmaktadır.

Kubbeler, pandantifler yardımıyla, ayaklara ve sütunlara otururlar. Kilisenin içindeki kubbelerin içleri, pandantifler, kemerler ve tonozlar, dışta ise, ön cephede yer alan kemer alınlıkları, altın sarısındaki mozaik tekniği ile resimlenmiştir. Bu uygulama, kiliseye masalımsı bir hava kazandırmıştır. San Marco Meydanının gizemi de kilisenin altın sarısı renginden kaynaklanmaktadır.

Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı seferlerinin maddi ve  manevi yönden en büyük destekçisi olan Venedik Cumhuriyeti şövalyeleri girdiği bir çok ülkede değerli olan ne varsa yağmalamışlardı.

Bu tür yağmalardan Bizans'ın başkenti olan İstanbul da nasibini almıştı. 1204 yılında yağmalanan İstanbul’da, ele geçirilen bronz at heykelleri  San Marco Kilisesinin terasında karşımıza çıkmaktı kopyaları olarak. M.Ö 4.yüzyılda, Yunanistan’da yapıldığı sanılmaktadır. Kilisedeki Mahşerin Dört Atlısı, antik çağdan günümüze sağlam olarak ulaşan ender heykellerdir.

Çok büyük boyutlardaki, tek yaldızlı bronz grubu olarak kabul edilen atlar, kilisenin içinde, San Marco Müzesinde korunmaktadır.

İncil’de sözü geçen Mahşerin Dört Atlısından beyaz olan birincisi ”Kral olan İsa’yı temsil eder. Taç takar, yay taşır. savaşır ve yener.” İkinci at kırmızı olup, ”savaşları temsil eder.” Savaşların habercisidir. Üçüncü at siyah olup, ”kıtlık, açlık, yoksulluk ”ile ölüme yakınlığı simgeler. Yeşil olan dördüncü at ”Ölümün soğuk yüzü ve çürümeyi” temsil eder. Ölüm, öldürülme ve vakitsiz ölümlerin olacağını anlatır İncil’deki Vahiy 6. bölümde.



ANILARIMDA VENEDİK 1989

17 Temmuz 1989, Venedik…

Yatılı okul, özellikle İvriz İlköğretmen Okulu, alışkanlıklarım devam ediyor. Sanki, üzerimde iz bırakanlardan biri, Hüseyin Seçmen ranza demirlerine anahtarlarla vurarak ''kalkın, geri döndüğümde yataklarda kimseyi görmeyeceğim'' diyerek gidiyormuş duygusuyla, saat 06:15'de gözlerim aralanmıştı. İvriz'de ve ranzada değildim. Neredeydim acaba?

Birden anımsadım. Dün öğleden sonra, Klagenfurt'tan Lido di Jesola'ya gelmiştik. Sabah kahvaltısından sonra da rüyalarım ve hayallerimin kenti Venedik'e gidecektik.

Eşim Serap ile kızım Ceren'in uyanmaması için, olabildiğince sessiz davranarak, ihtiyaçlarımı giderdim. Dün gece fotoğraf çekemediğim yerleri görmek için, kilometrelerce uzanan sahilde yürüdüm.

Dün gece yarısını geçene kadar, iğne atsan yere düşmez deyiminin geçerli olduğu sahillerde bu sabah benden başka kimse yoktu. Onlarca fotoğraf çekerek otele döndüm. Eşimle kızım da kahvaltıya inmek için hazırlanmışlardı.

Kahvaltıdan sonra, tam zamanında ve eksiksiz olarak, gezi otobüsümüzde yerimizi aldık. Yaklaşık yarım saat sonra, Venedik’e en yakın bir vapur iskelesine ulaşıyoruz. Tarifeli vapur beklenirken, iskelede hatıra fotoğrafları çekiliyor. İskeleye yanaşan vapura biniyoruz Hava açık, güneşli ve sabah serinliği var. Herkesin neşesi yerinde.

Yarım saat sonra, hayallerimizi süsleyen, ölmeden önce görmek istediğim ''Suya Yansıyan Tarihi Güzellik” le karşılaşacağız. Bundan büyük mutluluk olur mu? Olmaz tabi…


Lido di Jesola'dan yavaşça uzaklaşıyoruz. Yolculuk boyunca lagündeki bazı adacıklar görülüyor. Kimilerinde gökkuşağı renkleriyle bezenmiş saray benzeri evler, kimilerinde ise yüksek çan kuleli kiliseler var.

Yaklaşık yarım saat sonra ''Puplic Transport'' yazan iskeleye yanaşıyor vaporetto. Böylece, hayalimizdeki Venedik kentine ayak basıyor ve fotoğraf makinelerimizi çalıştırmaya başlıyoruz.

Sahile paralel yürüyüş yolu bizi, ''Ahlar Köprüsü''nün de üzerinde bulunduğu, 1800'lerden kalma Ponte della Paglia Köprüsüne götürüyor. Köprü üzerinden geçerken sağda, üzeri beyaz taşlarla kaplı ikonik köprü (Ahlar Köprüsü) görüş alanımıza giriyor.






Sağ tarafımıza Dükler Sarayı'nı alarak ilerliyor ve San Marco Meydanı'na ulaşıyoruz. Meydanı gezginler ve turistlerin yanı sıra güvercinler de işgal etmiş.

Meydana girişte bizi sağ tarafımızda muhteşem Dükler Sarayı ile tam karşısında Sansovina Kütüphanesi, karşımızda ve sağda San Marco Kilisesi ve ön yüzünde yer alan ''Mahşerin Dört Atlısı'' ile karşısında  98 metre yüksekliğinde San Marco Çan Kulesi  bütün heybetiyle yerini almış.

Başlangıçta pazar yeri olarak tasarlanıp kullanılan San Marco Meydanı'nda, 1536 yılından sonra, pazar kurulması yasaklanmış.


Alanın deniz tarafındaki girişinin her iki tarafında birer tane sütün yer alıyor. Birinin üzerinde, Venedik’ ilk koruyucusu seçilen Bizans Kraliçesi Theodore’nin heykeli, diğerinde ise, sonradan, kentin yeni koruyucusu olarak seçilen San Marco’nun sembolik olarak temsil eden ve Venedik’in de sembolü olan bronz bir aslan heykeli yer alıyordu.

Meydanı panoramik olarak gezdikten sonra, serbest zamanda, Venedik yolculuğumuz süresince gözden geçirip yeniden düzenlediğim notlarımı çıkarıyorum.


Venedik Lagünü ve tarihçesi...

Yarım ay şeklindeki bir ”Lagün” üzerine kurulmuş olan Venedik; 118 adacık, 180 kanal ve adacıkları birbirine bağlayan 400 köprüden oluşuyor. Dünyada bir eşi daha bulunmayan coğrafyası ya da lagünü ve tümüyle antik yapılardan oluşan mimarisiyle bir masal kenti Venedik.

550 km2 lik Venedik lagünü, Akdeniz’in en geniş gelgit yelpazesine sahiptir. Fethiye’deki Ölü Denizde görüldüğü gibi, açık denizden gelen güçlü dalgalar yüksek kumulların oluşmasına neden olur. Kumullar arasında gelgit kanalları ve anakara ile kumul arasında göller oluşur. Bu tür göllere, lagün gölleri denmektedir.

Alp Dağlarının eteklerinden yola çıkarak, Adriyatik Denizine ulaşmaya çalışan nehirler, önlerine kattıkları çalı çırpı, ağaç kütükleri ve balçıkları, deniz kulağı olarak da adlandırılan lagüne taşırlar. Taşınanlar, küçük adacıkların oluşmasını sağlar.

Alplerden gelen derelerin getirdikleri alüvyonlarla sürekli beslenen bu adacıklar, denizden gelen hırçın dalgalara karşı koyabilecek dayanıklılığa kavuşurlar. Üstelik, gelgit dalgalarının oluşturduğu kumullar da koruyucu görev yaparlar.

M.Ö. 2000’li yıllarda, ilkel silahlarla avlanan atalarımız, özellikle geceleri, vahşi hayvanlardan korunmak için lagün göllerinden yararlanmışlar. Lagün göllerindeki alüvyonlu balçık üzerine diktikleri onlarca ağaç kazıklar üzerine kulübeler yapmışlar.

1000 yıl sonra , M.Ö. 1080’li yıllarda, Venedik lagününde aynı yöntem uygulanmış. Alpler’ deki ormanlardan getirdikleri milyonlarca kazık üzerine, Rüyalar Kenti Venedik kentini kurmuşlar.

Söylenceye göre, Santa Maria Kilisesi bir milyonu aşkın ahşap kazığın üzerine oturtularak yapımı gerçekleşmiş.

Büyük kanalla bağlantılı 180 kanalın bulunduğu bu kentte sokakların yerini kanallar, arabaların yerini de gondollar alır. Herhangi bir trafik keşmekeşi olmadığı gibi, motor ve egzoz sesi de duyulmaz. Bu nedenle Venedik, insanlar için, ‘’Huzur Kenti’’ olarak da tanımlanabilir. Gerçekten de huzur verici, şiirsel ve masalımsı bir havası var. Birdenbire kendinizi 1 000 yıl öncesinde hissediyorsunuz.


LİDO Dİ JESOLA VENEDİK 1989

 


16 Temmuz 1989, Venedik…

Dün akşam Hochosterwitz Kalesi'nde özel olarak düzenlenen etkinlikle Uluslararası Klagenfurt Çocuk ve Folklorik Dans Festivali sona erdi.

Sabah kahvaltısından sonra eşyalarımız toplandı ve zorunlu olmayanlar gezi arabamıza yerleştirildi. Festival Komitesi, öğle yemeğinin bütün katılımcılarla birlikte yenileceğini, Festival anısı olarak düzenlenen ''Klagenfurt Festivali 1989'' yazılı çinili tabakların da yemekten sonra dağıtılacağını duyurdu.

Katılımcı ülkelerin çocukları ve velileri masalarda karışık düzende yerlerini aldılar ve kaynaştılar. Yemek sonrası vedalaşmalar bir hayli duygu yüklü oldu. Biz de Carmen ve Martina'nın velilerinin yanı sıra Ceren'in yeni edindiği arkadaşı Simone ve ailesi ile teşekkür edip vedalaşarak saat 14:'te otobüsümüzde yerimizi aldık. Karşılıklı el sallamalar ve öpücükler arasında Klagenfurt' tan ayrıldık..

Klagenfurt’ tan yaklaşık 300 kilometre uzaklıktaki hayallerimin kenti Venedik, bu dünyadan göç etmeden görmek istediğim bir yerdi.

Yolculuk sırasında herkes neşeliydi. Şarkılar söylenip, Venedik'le ilgili bilgiler aktarılırken, tur otobüsleriyle gelenlerin, ekonomik yönden en uygun konaklama yerinin Venedik'in bir parçası sayılabilecek Lido di Jesola olduğu söylendi. Bu nedenle gecelememiz Jesola' da olacaktı.

Saat 18:00'de girdiğimiz konaklama yerimiz hakkında rehberimizden edindiğimiz bilgilere göre, su kıyısı anlamında kullanılan Lido; Lido di Venezia ve Lido di Jesolo olmak üzere iki bölgeden oluşuyordu.  

Lido Di Jesolo, güney ucu yarımada şeklinde olan anakara uzantısı olurken Lido di Venezia, Venedik’e giriş ağzının altında kalan, Venedik ile Adriyatik arasında bir set oluşturan bölge olarak biliniyordu. Venedik Filim Festivalleri Lido di Venezia' da yapılıyordu.

Lido di Jesolo...

Venedik lagün adacıklarına bakan bu bölge, 11 kilometre uzunluğundaki muhteşem kumsalları ile harika bir sayfiye yeri olarak biliniyor. Harika denizi olduğu söylenen bölge, milyon dolarlık villalarıyla ünlü olup, otelleri çok lüks ve pahalıdır. Diyor rehberlik eden arkadaşımız. Hiçbir tur şirketi, konuklarını bu bölgeye götürmez, götüremez. Diye ekliyor ayrıca.

Biz, Adriyatik denizine bakan ve genellikle denizi dalgalı olan kuzeydeki Lido di Jesolo’ nın otellerinden biri önünde indik otobüsten. Tur şirketleri açısından, otel fiyatları oldukça ekonomikti. Bizim için de öyle oldu.

Otele girmeden önce gördüğümüz mahşeri kalabalık dikkatimi çekmişti. Otele yerleştikten sonra, yakın çevreyi tanımak için çıkarak sahilde birkaç km yürüdüm.

Gördüğüm kadarıyla Lido di Jesolo’nun en önemli özelliklerinden biri, uzun ve geniş plajlarıydı. Akşamın geç saatine rağmen, iğne atsan yere düşmez deyimini geçerli olduğu plajlar, ince kumları ve turkuaz rengi deniziyle oldukça ünlü olmalıydılar.

Lido di Jesolo sahili renkli gece hayatı, restoranları, barları, kafeleri ve alışveriş olanaklarıyla tatilciler için eğlenceli bir görüntü oluşturmuştu.

Sahil boyunca gördüğüm oteller, tatil köyleri ve konaklama seçenekleri, turistlerin ihtiyaçlarına uygun geniş bir yelpazede sunmaktaydı.

Zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmadığım gibi kaç km yürüdüğümde farkına varmamıştım. Otele geri döndüğümde eşimle kızım çoktan uyumuşlardı. Sessizce soyunup, dişlerimi fırçalayıp, banyo da yaptıktan sonra yatağa girdim.

Gördüğüm kadarıyla Lido di Jesolo’ nun en önemli özelliklerinden biri, uzun ve geniş plajlarıydı. Akşamın geç saatine rağmen, iğne atsan yere düşmez deyimini geçerli olduğu plajlar, ince kumları ve turkuaz rengi deniziyle oldukça ünlü olmalıydılar.


Lido di Jesolo sahili renkli gece hayatı, restoranları, barları, kafeleri ve alışveriş olanaklarıyla tatilciler için eğlenceli bir görüntü oluşturmuştu.

Sahil boyunca gördüğüm oteller, tatil köyleri ve konaklama seçenekleri, turistlerin ihtiyaçlarına uygun geniş bir yelpazede sunmaktaydı.

Zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmadığım gibi kaç km yürüdüğümün de farkına varmamıştım. Otele geri döndüğümde eşimle kızım çoktan uyumuşlardı. Sessizce soyunup, dişlerimi fırçalayıp, banyo da yaptıktan sonra yatağa girdim.


KAFKAS DANSLARI VE KLAGENFURT 1989

 

15 Temmuz 1989 Cumartesi, Klagenfurt...

Klagenfurt Uluslararası Çocuk ve Dans festivali hazırlıkları tamamlanmıştı. Sabah kahvaltısından sonra, diğer ülke katılımcılarının yöneticilerinde olduğu gibi bizde de heyecan doruktaydı.

Onlarca davetli ülkelerin çocukları, kendi ülkelerinin önemli folklorik danslarını sunacaklar festivalde. Bizim çocuklarımız Kafkas Oyunları'nın yanı sıra Çiftetelli oyunlarından da birer gösteri hazırlamışlardı.

Oyun ekibimizdeki çocuklarımızın sağlık durumlarının yanı sıra, Kafkas Oyunlarının giysileri de kontrol edildi. Herhangi bir aksaklık olmasın diye, elbiselerle öğle yemeğine gidilmesi kararlaştırıldı.

Bugün ilk gösteri saat 14:00'te, yöresel adı Wörthersee Stadion olan, stadyum ya da gösteri merkezinde gerçekleşti. Stadyum lebalep doluydu. Katılımcı ülkelerin gösterileri göz doldurdu, bolca alkış aldı.



Türkiye'yi ''Kafkas ve Çiftetelli'' oyunlarıyla temsil eden ekimizin ilk oyunu ''Hoş Gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa'' muhteşemdi. Ardından ''Şeyh Şamil'' ayrı bir hava kattı festivale.

Çiftetelli Oyunlarının kıvrak müziği ile, göğüs ve göbek titreterek, gerdan kırarak gerçekleştirilen oyun ekibimize bir süre sonra seyirciler de katıldı. Oyunlarımız sona erdiğinde stadyum alkıştan inliyordu.

İkinci gösteri de, yalnız davetiye sahiplerine olmak üzere, Hochosterwitz Kalesi gösteri merkezinde gerçekleşti. Kaledeki gösteri, asırlık tarihine uygun bir hava içerisinde gerçekleşti.

Çocuklarımızı festivalde göz doldurdukları Kafkas ve Çiftetelli oyunlarından da biraz söz etme gereğini duydum.

Kafkas Oyunları...

Kafkasya’dan Türk topraklarına taşınan geleneksel Kafkas dansları, ortak kültürümüzü ve birlikteliğimizi günümüzde de yaşatmaya devam etmektedir.

Nitekim düğünlerden bayramlara, şenliklerden toplantılara kadar pek çok etkinlik ve kutlama geleneksel halk danslarımız arasındaki Kafkas dansları ile kutlanmaktadır.


Kızlar ve erkeklerle birlikte oynanan Kafkas dansı, kadına saygı duymayı, kadınla birlikte hareket etmeyi, hürmeti ve gururu mertliği ve cesareti temsil eder. Bir ceylan gibi süzülen kızlarda zarafet, asalet; erkeklerde kahramanlık, cesaret ve atiklik ön plana çıkar.

Kafkas halk oyunları, Ardahan, Kars, Iğdır çevresinde oynanan oyunların genel ismidir. Bunun dışında Çoruh, Kızılırmak havzası etrafında ve Marmara'da Kafkas kökenli halkların oynadıkları oyunlara da bu isim verilmektedir. Kafkas Halk oyunlarında bayanlar uzun elbise giyer ve kolları uzun olur.

Bütün Kafkasya'da yaygın bir şekilde oynanan; değişik kabilelerce Zilga, Maggalan, Çeçen, İsteme, Şamiley adıyla anılan Lezginka, büyük bir beceri ve ustalık isteyen bir danstır.

Kafkasya'da oldukça büyük bir azınlık olan Çerkezler, “Çerkez düğün ve dansları” olmak üzere, tek bir başlıkta toplanamayacak kadar geniş ve bölgeden bölgeye ufak tefek farklılıklar içeren bir kültüre sahiptir.

Kahramanlık ve zarafetle özdeşleşmiş olan Kafkas dansları tarihçesi itibariyle de yüzyılları aşan bir geçmişi barındırıyordu. Öyle ki zamanla unutulan birçok Kafkas dansının yerini başka bir halk oyunuyla doldurmuş, yaşatılmaya devam etmiştir.

Kafkas dansları arasında ülkemizin kurucusunu Atatürk’e ithaf edilmiş olmasıyla öne çıkan ''Hoş gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa'' adlı oyun; Atatürk’ün Kars'ı 1924'te ziyareti üzerine halkın sevinci anlatır. Atatürk’ü karşılamak için oynanan bu oyun zamanla Kafkas dansları arasında en sevilenlerden biri olarak yerini almıştır.


Çiftetelli Oyun ve Müziği...

Osmanlılarda, saray eğlencelerinde çiftetelli oyunu görülmektedir. Günümüzde hareket serbestliği ve figür zenginliği nedeniyle Anadolu’nun tüm yörelerinde herkes tarafından kolayca oynanmaktadır. Tek kişi ile olduğu gibi birçok kişinin katılmasıyla kadın ve erkek toplu olarak da sergilenebilir.

Çiftetelli ''göğüs ve göbek titreterek, gerdan kırarak oynanan bir oyun müziği” olarak tanımlanır. Çiftetelli, yalnız eğlence amacı ile ritim eşliğinde vücudun, omuz, göğüs, bacak titreşimleriyle, kalça ve göbek atarak, gerdan kırarak oynanmasıdır.

Çiftetellide adımlar küçük atılır, ayakların oyunda değeri yoktur. Serbest ve istenildiği gibi adım atmak mümkündür. Temel olan ritmin vücuda ve omuzlara alınmasıdır. Çiftetellide eğlence ve müziğe uydurulmuş bir vücudun neşesinin gösterilmesi veya yaşanması söz konusudur. Belli bir yön kısıtlaması olmadığı için bağımsız, hatta disiplinsiz bir oyun olduğu savunulur.