ÇENGELKÖY ÜSKÜDAR İSTANBUL

 

Üsküdar’ın tarihi semtleri arasında yer alan Çengelköy, asırlık çınarları, yalıları, renkli kafeleri, sahili ve iskelesiyle ziyaretçileri tarihte yolculuğa çıkarıyor.

Çengelköy denilince, ilk aklımıza gelen sebzelerin Bademi olarak bilinen Çengelköy Salatası olsa da, İstanbul'un en lüks ve en pahalı semtleri arasında yer alır.

Vaniköy ile Beylerbeyi arasında yer alan Çengelköy 1960’lı yıllara kadar çoğunlukla Rumların yaşam sürdürdüğü bir Boğaziçi köyü idi. Çengelköy'ün Bizans'taki adı, İmparator Jüstinyen'in karısı Sophia'ya ithafen, Sophianea'ydı. 11. yüzyılda Singelköy, Osmanlı döneminde, semtte gemi çapaları imal edildiği için semte bu adın verildiğine inanılıyor.

Çengelköy, 17. yüzyılda Üsküdar’dan sonra gelen İstanbul kıyılarının en büyük kasabasıdır. 18. yüzyıl başlarında Çengelköy, Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir hale gelir.


Boğaziçi'nin ilk iskelerinden biri olan Çengelköy İskelesi ahşap olarak inşa edilmiştir. Boğaziçi hatları vapurlarından birinden indiğinizde, tarihi çınar ağaçlarının boy gösterdiği Çengelköy Sokakları sizi karşılar. Harika fotoğraflar çektikten sonra Tarihi Çınaraltı Çay Bahçesi'nde soluklanabilirsiniz.

Yüzlerce yıllık çınar ağacının altında, denize sıfır konumda yer alan Çınaraltı Çay Bahçesi, gerek hafta içi gerek hafta sonu İstanbulluların en uğrak yerlerinden biridir. Harika bir Boğaziçi manzarası vardır.

Çay bahçesine girmeden Çengelköy Börekçi'sinden satın aldığınız börek ya da evinizden getirdiğiniz kahvaltılıklarınızı, ısmarladığınız çaylarla muhteşem Boğaziçi manzarası eşliğinde yersiniz. Unutmadan hatırlatma yarar var. Yemek ve yiyecek getirmenin serbest olduğu çay bahçesine içecek getirilmesine izin verilmiyor.

Çay bahçesinde soluklandıktan sonra, isterseniz Sadullah Paşa Yalısı ve çevresini gezerek tarihe bir yolculuk yapabilirsiniz.


Sahildeki bahçe içerisine inşa edilmiş olan Sadullah Paşa Yalısı 18. Yüzyıldan günümüze dek ulaşabilmiş tarihi eserlerden birisidir.

Boğazın eşsiz ahşap yalılarından olan Sadullah Paşa Yalısı birkaç kez onarımdan geçse de ilk halini büyük ölçüde korumuş ve günümüze ulaşmıştır.

Sadullah Paşa yalısı hem iç hem dış mimarisi ile dikkat çekmekte olup gezi rotanıza eklemeniz gereken yerler arasında bulunmaktadır.

Çengelköy inanç turizmi açısından da önemli bir yere sahiptir.


Bekir Efendi Çeşmesi, Kaymak Mustafa Paşa Camii, Şeyh Nevruz Camii, Hamdullah Paşa Camii, Rum Ortodoks Aya Yorgi Kilisesi ve Aya Pandeleimon Ayazması ziyaret edilecek yerler arasındadır.

Çengelköy’de görülmesi gereken diğer bir tarihi yapı ise sahilden yürüyerek ulaşılabilen Kuleli Askeri Lisesi.

1990’larda yayınlanan Süper Baba dizisine de ev sahipliği yapmış bir semt olan Çengelköy havası, yürüyüş alanları ve manzarasıyla sizleri tarihte yolculuğa çıkarıyor.

Semt sakinleri sahili, tarihi çınarı, iskelesi ve televizyon dizileriyle, Çengelköy’ü ‘Boğaziçi’nin saklı cenneti’ olarak tanımlıyor. Gerçekten de Rumeli yakasında bulunan Hisarüstü’ndeki Duatepe Parkından bakıldığında rüya gibi bir görüntü karşınıza çıkar.

Balık tutma tutkunları için de Çengelköy sahilleri oldukça popüler. Özellikle hafta sonu ve güneşli havalarda sahiller dolup taşıyor.

Yine de, İstanbul’da Çengelköy denilince ilk akla gelen salatalıktır. Çengelköy bademi olarak bilinir ve oldukça pahalı satılmaktadır.

Çengelköy bademi olarak bilinen salatalıkları, adından da anlaşıldığı gibi ince, küçük ve oldukça lezzetlidir. Organik ve gerçek salata tadında olup, kütürdeterek yenir.


İSTANBUL'DA BİR VENEDİK KANALI GÖKSU DERESİ

 

Boğaziçi’nin mücevherlerinden biri olan Küçüksu Kasrı’nı görmek için gittiğiniz Göksu'da, kasrı gezdikten sonra, Sabancı Öğretmen Evi’ne doğru yürümeye başlarsanız, Boğaziçi’ne dökülen ve şarkılara konu olmuş Göksu Deresi karşınıza çıkacaktır.

Sabancı Öğretmenevi ile Kıyı Emniyeti tesislerini geçtikten sonra ulaştığınız köprü üzerinden kuzeye bakın lütfen…

Aman Allah’ım! O ne muhteşem görüntü. 

Dersiniz içinizden, ardından ”Çek küreği güzelim uzanalım Göksu’ya,” şarkısını söyleyerek nehir kıyısında yürürken, küçük kotrasında çayını yudumlamakta olan birisine ''kendimi bir an için Hayaller ve Âşıklar Kenti Venedik ile gondolların dolaştığı kanallarda bulduğumu sandım…” duygunuzu açıkladığınızda; 

Daha da fazlası var diyecektir size. Venediklilerin gondol keyfi varsa, Göksu Deresinde de İstanbulluların fasıllı sandal sefası vardır…Arkasından da, Arif Sami Toker’in, zaten içinizden söylemekte olduğunuz, dizelerini hatırlatacaktır.

Bilindiği gibi Beykoz İlçesi, Üsküdar'ın Küçüksu Mahallesi'nden başlar başlar, bir adım ötesi Göksu’dur. I. Mahmut Kağıthane mesiresi isyanı sonrası görkemli günlerini geride bırakınca Göksu kıyısında gösterişli ahşap bir yalı yaptırır.

İşte bu yalı Göksu’nun kaderini değiştirecektir. Ardından Göksu çevresine kır kahvehaneleri birbiri ardına ortaya çıkmaya başlar.

Günlük gezintileri, kayık sefaları, mehtap alemleri, ortaoyunları, fasılları 17. yüzyılda Göksu’yu şehrin sosyal merkezlerinden biri haline getirir.

IV. Murat da kayıtsız kalmaz bu eşsiz semte. Kandilli'ye uzanan servi ormanlarına ev sahipliği yapması nedeniyle Göksu'ya "Gümüş Servi" adını vermiştir.

Nedim, Enderunlu Vasıf, sonrasında Recaizade Ekrem, Ahmet Rasim, Saffeti Ziya, Halit Ziya, Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi, Pierre Loti; şiirlerinde, şarkılarında, romanlarında geniş yer ayırırlar Göksu’ya.

Göztepe'nin güney yamaçlarından inen sel yataklarının birleşmesiyle meydana gelir ve tepelik bir alanda hafif büklümler çizerek Küçüksu Çayırı denilen düzlüğün kuzey kenarında denize dökülür.

Aynı ovanın güney kenarından da Küçüksu geçer ve Küçüksu Kasrı yanında denize ulaşır. Bu ikiz akarsuya Batı İlerinde Asya Tatlı Suları denilir.

Bu adlandırma Bizans devrinde Göksu'ya verilen Potamion (küçük ırmak) adından türemiştir.

Bugün Göksu hala güzel ve İstanbul’un nefes alınabilir, içinize çektiğinizde anlatısıyla tarih kokan bir semti. Küçüksu ve Göksu dereleri arasında kendini kısmen muhafaza eden çayırı, Küçüksu Kasrı, iskelesi, kasırla Göksu Deresi kıyısına sırasıyla dizilmiş birbirinden şirin restoranları, çömlekçileri, mısırı, tarihi halat fabrikasıyla Göksu zamana direnmektedir.

1 Eylül 2014 Pazartesi, Göksu İstanbul…

Hem bir balıkçı barınağı hem de iki yakasına konuşlanmış mekânlarda hoş vakit geçirebileceğiniz Göksu Deresi ve çevresi Göksu'nun en güzel yeridir.

Asırlık çınarları, kıyılarında kış aylarında bile yemyeşil kalan ağaçları ile sessiz bir doğa harikasıdır.

Fasıllı sandal sefaları ile şiirlere ve şarkılara konu olmuş Göksu Deresi’nin kuzeyinde Anadoluhisarı, güneyinde Sabancı Öğretmenevi ve Küçüksu Kasrı bulunmaktadır.

Eşim Serap Akıncı ile Küçüksu Kasrı’nı gezdikten sonra Anadoluhisarı Kalesi’ni görmek üzere nehir üzerindeki köprüden geçerken, Göksu deresine bakıyoruz.

‘’Aman Allah’ım! O ne muhteşem görüntü. Kendimi bir an için Hayaller ve Âşıklar Kenti Venedik ile gondolların dolaştığı kanallarda buluyorum.’’

Kendi kendime ‘’Venedik’te gondol sefası varsa, Göksu Deresinde de fasıllı sandal sefası olmalıdır. Dedikten sonra, dere kenarında sıralanmış sandallar ve kotraların fotoğraflarını çekiyorum.

Küçük kotrasında temizlik yapan bir beyefendiye yaklaşarak ‘’ Göksu Deresini Venedik Kanallarına ve kanallardaki gondollara benzettiğimi’’ söylüyorum.

Haklısınız diyor. ‘’Üstelik Venedik gondollarından üstünlüğümüz var. Saltanat kayıklarının birebir düzenlemesi olan kayıklarla fasıllı turlar düzenleniyor.’’

Düzenlenen etkinliklerden birincisi Göksu Deresi içerisinde yapılan sanatsal ve kültürel etkinliklerdir. 1900' Göksu Deresi'nin simgesi, dere boyunca kendini gösteren sandallardı. Bu sandallar arasında, ara sıra yer alan saltanat
kayıkları da ayrı bir renk ve canlılık katarlardı.

İçi kadife kumaşla kaplanmış ve üç kürekçi tarafından çekilen bu sandallar mesire yerine olan ilgiyi arttırırdı. Saltanat mensupları Göksu’daki bu canlılığı paylaşmak üzere buraya gelirlerdi. İkincisi ise, ''Boğaz Sefası'' olarak tanımlanan ve Göksu deresi dışına dek uzanan eğlencelerdi.

Boğaz sefası olarak düzenlenen etkinlikler bitmiş. Ancak, Anadoluhisarı Turizm Kalkındırma Derneği’nin öncülüğünde, Göksu Deresinde, fasıllı sandal sefalarının sürmesi için büyük çaba harcanıyor.

Derenin Boğaziçi’ne ulaştığı ve içinden geçtiği Göksu çayırının çok eski geçmişine, Bizanslıların yaşadığı döneme gidilirse; o dönemde bu alan gür ormanlarla kaplıydı.

Ağaçların arasında su kaynakları vardı. Bu kaynaklardan fışkıran sular Bizanslılarca kutsal sayılıyor, bu sulardan içenlerin hastalıklardan kurtulduğuna, günahlarından arındığına inanılıyordu. Onun için her su kaynağının başına bir ayazma yapılmış, bu ayazmalara da koruyucu aziz tasvirleri konulmuştu.

Nehrin Boğaziçi’ne döküldüğü yerin güneyinde Sabancı Öğretmenevi bulunmaktadır. Tam karşısında Rumelihisarı Kalesi, kuzeyinde ise Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün yer aldığı muhteşem bir manzarası sizi alır götürür hülyalara. Öğretmenevine komşu olan Kıyı Emniyet Anadolu Hisarı Eğitim Tesisi de kahvaltı edebileceğiniz güzel mekânlardan biridir.

Hisar Caddesi geçildiğinde de Göksu Marine Balık ve Ocak Başı Restoran karşımıza çıkar. İstanbul’un seçkin mekânlarından olan ‘‘Göksu Marine Restaurant’’ Türk ve dünya mutfağından yemekler sunmaktadır.

Sunduğu lezzetleri, kapalı mekânda bir tekneyi andıran çok özel dekorasyonu, bahçesinde rengârenk mevsim çiçekleri, canlı müzik etkinlikleri, fasıllı sandal sefaları, güler yüzlü personeli ile verdiği hizmet anlayışıyla, misafirlerini en iyi şekilde ağırlamaya devam ediyor.

Eşimle ben, Göksu’yu en iyi tanımlayan Arif Sami Toker’in dizelerinden bir bölümünü mırıldanarak Ocakbaşı Restoran'a uğradık. Lezzetli yemeklerinden bazılarını tadarken pikapta dönen plakta;

Çek küreği güzelim uzanalım Göksu’ya,

Gün inerken dönelim süzülelim Göksu’ya,

Karşımda güzel Bebek bakarken dolgun aya,

Su üstünde sekerek süzülelim Göksu’ya,

Mavi bir cennet gibi uzanıyor Marmara,

Bizde cennetten geçip uzanalım Göksu’ya

Şarkısı çalıyordu...


İSTANBUL KÜÇÜKSU KASRI

 


Küçüksu ya da Göksu Kasrı, İstanbul'un Küçüksu semtinde, Göksu Deresi ile Küçüksu Deresi arasında, Boğaziçi'nde Üsküdar-Beykoz sahil yolu üzerinde yer almaktadır.

Sultan Abdülmecid tarafından Nigoğos Balyan' a yaptırılmış, inşaatı 1856 yılında tamamlanmıştır. Eski adı "Göksu Kasrı" olan bu yapı, padişahların Boğaziçi kıyılarındaki biniş kasırlarından biridir.

Yalnız padişahlara ait ve özel olan kasırlar sürekli olarak kullanılmayıp, padişahların dinlenmeleri için vakit geçirdikleri yerlerdir.

İstanbul Anadolu yakasında, Beykoz Göksu Mahallesi'nde, Göksu ile Küçüksu dereleri arasında kalan çayırlık alan, Osmanlı döneminde padişahların Boğaziçi’ndeki has bahçelerinden, zamanla da en gözde mesire yerlerinden biri olmuştur.

Ünlü gezgin Evliya Çelebi 19. yüzyılda “bir âb-ı hayât nehirdir” diye bahsettiği Göksu’yu, üzerinde kayıklarla dolaşılan; etrafı gül bahçeleri, küçük köşkler ve hazineye ait değirmenlerle çevrili sakin bir yer olarak tanımlamıştır.

Sultan IV. Murat, Kandilli’ ye kadar sık selvi ağaçlarıyla kaplı Küçüksu ve çevresini düzenlettirerek buraya “Gümüş Selvi” adını vermiştir.

Hasbahçe içindeki ilk yapılaşma Sultan I. Mahmud döneminde başlamıştır.

Boğaziçi kıyısındaki iki katlı yapı, Sultan III. Selim döneminde geniş çaplı bir onarımdan geçmiş ve Sultan’ın isteği üzerine çok sevdiği annesi Mihrişah Valide Sultan adına 1806’da bir çeşme de eklenmiştir.

Sultan II. Mahmud döneminde de kullanılmaya devam eden eski köşk, Sultan Abdülmecid tarafından yıktırılmış ve yerine 1856-1857 yıllarında yeni Küçüksu Kasrı yaptırılmıştır. Sultan Abdülaziz döneminde, kasrın cephe süslemeleri elden geçirilerek zenginleştirilmiştir.

Bodrum katıyla birlikte üç katlı olan Küçüksu Kasrı, 15×27 metrelik bir alan üzerine yığma tekniğiyle ve kâgir olarak yapılmıştır.

Bodrum katı kiler, mutfak ve hizmetkârlara ayrılmış; diğer katlar ise bir orta mekâna açılan dört oda biçiminde düzenlenmiştir.

Bu özelliğiyle geleneksel Türk evi plan tipini yansıtan yapı, genellikle dinlenme ve av amaçlı olarak kullanılan bir “biniş kasrı” niteliğindedir.

Küçüksu Kasrı, 1983’te müze-saray olarak ziyarete açılmıştır.


22 Mart 2014 Cumartesi, Küçüksu İstanbul…

Dünyada içinden deniz geçen tek şehir olmanın yanı sıra, 1500 yıl süreyle üç imparatorluğa başkentlik yapmış olan İstanbul’da Boğaziçi turları ”olmazsa olmazlardan biridir.”

2011 yılında yaptığım Boğaziçi turlarından birinde kabartmalarla süslü ve hareketli deniz cephesi ile dikkatimi çekmişti Küçüksu Kasrı. İlk ziyaretimi de 2011 yılı Eylül ayında gerçekleştirmiştim. Sonraki yıllarda, 2014 yılına gelinceye kadar, birkaç kez daha ziyaret ettim.

Boğaziçi’nde bir mücevher olarak gördüğüm kabartmalarla süslü ve hareketli deniz cephesi ve iç bezemelerinin zenginliği ile onlarca kez ziyaret etmiştim. Bu kez eşimle birlikte ziyaret ediyoruz Küçüksu Kasrı’nı.

Göktürk’ten hareketle 45 dakikada ulaştığımız Küçüksu çayırındaki otoparka arabamızı park ederek kasrın giriş kapısına geliyoruz. Giriş biletlerimizi aldıktan sonra, bir süre kasrın bahçesinde dolaşarak, fotoğraflar çekiyoruz. Rehberin uyarısıyla içeri giriyor ve kasırla ilgili bilgilerini dinliyoruz odaları dolaşırken.


Rehberin açıklamalarına göre; (15×27) metrekarelik bir alan üzerine oturan kasır, bodrum üzerine üç katlıdır ve yığma tekniğiyle kâgir olarak yapılmış. Bahçesinin çevresi, diğer saray yapılarındaki yüksek duvarların aksine döküm tekniğiyle yapılmış ve dört yönde kapısı olan zarif demir parmaklıklarla çevrilmiş.

İlk kez İngiltere ve Avrupa devletlerinde elçilikler açılmış, Paris ve Londra gibi kentlerde elçilik yapanlar, dönüşlerinde bu kentlerdeki anıtsal yapıları ve kent parklarını anlatmışlar.

Bu anlatılardan sonra ki 19. yüzyıl Osmanlı yaşamı yalnızca siyasal ve toplumsal açıdan değil sanatsal ürünler açısından da yeniliklerin oluştuğu ve geleneksel kimi değerlerin göz ardı edilmeye başlandığı, Avrupa değerlerinin de yapılara girdiği bir dönem olarak karşımıza çıktığını söylüyor rehberimiz.

Aklıma, alabildiğine zengin bir görünüm kazandırdığı Dolmabahçe Sarayı ve onun küçük bir kopyası olan Ihlamur Kasrı geliyor. 17. yüzyılda başlayan değişim rüzgârı, 18. yüzyılda temellenmeye başlamış, 19. yüzyıldaysa ürünlerini verir konuma gelmiştir.

Mimarlık alanında da bu değişim başlıca göstergelerini, İstanbul’un siluetini değiştiren ve ona göre yeni bir görünüm kazandıran anıtsal saraylar ve askeri yapılarla oluşturmaktadır.

Denizin İstanbul ve özellikle Boğaziçi, Haydarpaşa İstasyonu, Kuleli Askeri Lisesi, Dolmabahçe ve Beylerbeyi sarayları gibi anıtsal yapılarla donanmaktadır.

İstanbul, hem sarayın hem de Mısır Hıdivleri gibi zenginlerin yaptıkları kasır ve köşklerle de zenginleşmektedir. Bu yapılar arasında Küçüksu Kasrı’nın, gerek konumu gerekse mimari biçimi açısından ayrı bir yeri bulunmaktadır. Sahip olduğu nitelikleriyle dönemin mimarlık ortamının tanınmasına ve tanımlanmasına olanak veren önemli örneklerden birini oluşturmaktadır.


19. yüzyıl ortalarından başlayarak Osmanlı yaşamında gayri Müslim, özellikle Ermeni mimarların sarayda ve Mısır Hıdivlerinde oldukça yoğun bir işgücü oluşturduklarını görüyoruz. Oysa 16. yüzyıl ortalarından 17. yüzyıl sonlarına dek mimarlık eylemlerinin başında hep Müslüman mimarlar bulunmuş, ancak 18. yüzyıldan başlayarak gayri Müslim mimarların sayısında belirli bir artış yaşanmıştır.

Sultan Abdülmecit dönemi, özellikle saray ve kasır mimarlığında Batılı biçimlerin tercih edildiği yıllardır. 19. yüzyıl ortalarından başlayarak Osmanlı yaşamında gayri Müslim, özellikle Ermeni mimarların sarayda ve Mısır Hıdivlerinde oldukça yoğun bir işgücü oluşturduklarını görüyoruz.

Oysa 16. yüzyıl ortalarından 17. yüzyıl sonlarına dek mimarlık eylemlerinin başında hep Müslüman mimarlar bulunmuş, ancak 18. yüzyıldan başlayarak gayri Müslim mimarların sayısında belirli bir artış yaşanmıştır. Sultan Abdülmecit dönemi, özellikle saray ve kasır mimarlığında Batılı biçimlerin tercih edildiği yıllardır.

Sultan Abdülmecit, Dolmabahçe ve Ihlamur yapılarında olduğu gibi Küçüksu Kasrı’nın bulunduğu alanda da eski ve ahşap yapıyı yıktırarak, yerine bugünkü kasrı yaptırmıştır. Küçüksu Kasrı’nın mimarı Ermeni kökenli Nikogos Balyan’dır.

Fotoğraflar çekildikten sonra, Küçüksu Kasrı ziyaretimizde bizi karşılayan ve 15-20 kişilik gruba rehberlik eden görevli, Küçüksu kasrı ve tarihçesini çok güzel anlattı.

Görevli arkadaşın anlattıklarına göre; Osmanlı tarihinde Lale Devri adıyla geçen dönem, Patrona Halil İsyanı olarak da bilinen Yeniçeri ayaklanmasıyla kanlı bir şekilde sona ermiştir.

Patrona Halil idaresindeki bu ayaklanma 28 Eylül 1730’da başlayıp günlerce sürmüştür. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edilmiş; Sultan III. Ahmet tahttan indirilmiş ve yerine yeğeni I. Mahmut tahta geçirilmiştir.

Böylelikle Lale Devri adı verilecek devir sona erdirilmiştir. Lale Devri’ni sona erdiren bu isyanda, Kâğıthane’de bulunan saray, köşk, yalı ve benzeri binalar yağmalanıp yıkılmıştır. İşte, böyle bir ortamda tahta çıkan I. Mahmut, Kâğıthane ve civarını imar etmek yerine, Boğaziçi kıyılarında dinlenmeyi ve eğlenmeyi tercih etmiştir.

Anadoluhisarı’nda bulunan Küçüksu bölgesi de, padişahın Boğaz’da en fazla sevdiği semtlerden biri olmuştur.


Boğaziçi’nde, Küçüksu ile Göksu Derelerinin arasındaki alanda bulunan Küçüksu Kasrı’nın bulunduğu yörenin yerleşim tarihi Bizans dönemine dek inmektedir.

Bodrumuyla birlikte üç katlı olan kasrın bodrum katı; kiler, mutfak ve hizmet edenlere ayrılmış, diğer katlarsa bir orta mekâna açılan dört oda biçiminde düzenlenmiştir.

Bu özelliğiyle geleneksel Türk Evi plan tipini yansıtan yapı, genellikle dinlenme ve av amaçlı olarak kullanılan bir “biniş kasrı” niteliğindedir. Devlete ait diğer saray yapılarının tersine yüksek duvarlarla değil, dört yönde kapısı olan ve döküm tekniğiyle yapılmış zarif demir parmaklıklarla çevrilidir. Sultan Abdülaziz döneminde cephe süslemeleri elden geçirilerek zenginleştirilmiştir.

Kabartmalarla süslü ve hareketli deniz cephesinde, bu cepheye yaslanmış şadırvanlı küçük havuzunda ve merdivenlerinde Batılı süsleme motifleri kullanılmıştır. Uzun kenarı denize paralel, dikdörtgen planlı bir yapıdır. Yerden 3m kadar yüksekteki bir alt bölüme oturan iki kattan oluşmuş. Deniz cephesi üç düşey parçaya ayrılmıştır. Bunlardan ortadaki düz, yanlardaki dışbükeydir.


Orta bölümde bulunan kapıya, at nalı biçimli, iki kollu görkemli bir mermer merdivenle ulaşılır. At nalının iki kolu arasında fıskiyeli mermer bir havuz yer alır. Oda ve salonlar değerli sanat eserleriyle döşenmiş, Avrupa’dan sipariş edilen mobilyalara yer verilmiştir.

Tavanları alçı kabartma ve kalem işi süslemelidir. Birbirinden farklı renk ve biçimdeki İtalyan mermerinden yapılmış şömineleri, odaların her birinde ayrı süslemeli ve ince işçilik uygulanmış parkeleri bile göz kamaştırıcıdır.

Avrupai tarzdaki mobilyaları, halı ve duvarlarındaki seçme tablolarıyla zengin bir sanat müzesi görünümündedir. Cumhuriyet döneminde, bir süre, yabancı devlet adamları için konukevi olarak kullanılmış.1992 yılında başlatılan kapsamlı bir yenileme projesiyle Küçüksu Kasrı’nın denize kayması engellenerek, 1996 yılında yeniden müze-saray olarak ziyarete açılmıştır.

Küçüksu Kasrı bahçesi içinde yer alan çeşme, Küçüksu Çeşmesi olarak anılsa da asıl adı Mihrişah Sultan Çeşmesi’dir. 1806 yılında Sultan III. Selim tarafından annesi Mihrişah Sultan adına yaptırılmıştır.

Mimarı bilinmeyen çeşme, Göksu ve Küçüksu dereleri arasındaki ünlü Küçüksu Mesiresi’nde yer almasından ötürü, İstanbul edebiyatında özel bir yere sahiptir. Eski Boğaziçi resimlerinde en çok resmedilen yapılardan biridir. Küçüksu Mihrişah Sultan Çeşmesi, barok ve ampir üslupları arasındaki geçiş dönemini yansıtmaktadır.

Kareye yakın, dikdörtgen planlı ve dört yüzlü bir meydan çeşmesidir. Dört tarafında bulunan küçük kuleciklerle desteklenen kubbesi, geniş revaklarla çevrelenmiştir. Dışarıya doğru yükselmiş olan geniş revaklar, muhteşem ampir bezemelere sahiptir.

Kasrın hemen yanı başındaki iskele, çeşme meydanı ve özgün bahçenin geçmişte olduğu gibi halkın eğlenip dinlenebildiği bir mesire kimliğine kavuşturulması amacıyla çeşme civarında ziyaretçilere kafeterya hizmetleri verilmekte, genişletilen rıhtım ulusal ya da uluslararası nitelikteki kabullere tahsis edilebilmektedir.