İSTANBUL EYÜP KADILIĞI



Dersaadet olarak da isimlendirilen İstanbul, 19.yüzyılıın ortalarına kadar idari yapı ve yargısal açıdan dört ayrı bölüme ayrılmıştı. Bunlardan ilki İstanbul Kadılığının yetki sahası olan ve İstanbul Metropolünün kent merkezi kabul edilen ‘’Suriçi’ idi. Galata, Üsküdar ve Eyüp’ten oluşan Bilad-ı Selase ise bu metropol alanın kazalarıydı. “Üç Belde” anlamına gelen Bilad-ı Selase ayrı kadılar tarafından yönetilmişti. Bu ayrım sadece idari ve yargısal bir bölümlemeyi değil yanı sıra sosyolojik ve kültürel bir farklılığı da ifade etmekteydi.

Dersaadet ’in bu dört ayrı bölümü, aynı şehir içerisindeki birbirinden farklı; fakat bir arada ahenkli bir bütün oluşturan dört ayrı dünyayı teşkil etmişti. Aynı zamanda bu dörtlü yapı, İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısını zenginleştiren ve canlı kılan faktörlerin başında gelmekteydi.

Üç Beldenin en ayrıcalıklı ve manevi değeri olanı Eyüp Sultan’dı. Günümüzde de İstanbul’un Müslümanlarca kutsal kabul edilen ilçelerinden biridir. İstanbul'un Avrupa yakasında, İstanbul surlarının hemen dışındadır.

İlçe ismini, sınırları içinde türbesi bulunan Ebu Eyyubi el-Ensari’den almaktadır. İstanbul'un Fethinden sonra Türklerin sur dışında kurduğu ilk yerleşim merkezi olan Eyüp'te başta Eyüp Sultan Camii olmak üzere Osmanlı döneminden kalma çok sayıda tarihi eser mevcuttur. III. Selimin annesi Mihrişah Valide Sultan’ın inşa ettirdiği imaret 200 yıldan beri faaliyetini sürdürmektedir.

Müslümanlarca İstanbul’un ilk fetih denemesi M.S. 669 yılında olmuştur. Bu savaşta ölenler Müslümanlar açısından Sahabeler ve İslam Şehitleri olarak kabul edilmektedir. Hz. Muhammet’i tanımış ve birlikte savaşmış oldukları için ‘’Sahabe’’ adını alanların mezarları bu bölgede bulunmaktadır. Bölgede yedi sahabenin bulunduğu söylenmektedir. Tarihi Eyüp mezarlığında Osmanlı döneminin önemli asker, devlet adamı ve âlimlerinin mezarları bulunmaktadır.

Eyüp Sultan Müftülüğü ’nün internet sitesindeki bilgilere göre, Hz. Muhammet 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, evi yapılıncaya kadar, Ebu Eyyup el-Ensari’nin evinde 7 ay misafir olmuştur. Ebu Eyyup el-Ensari, Peygamber’in vahiy kâtipliğini yapmıştır. Peygamber ile çeşitli savaşlara katılmış, 669 yılında da İslam ordusu ile İstanbul seferine katılmış ve İstanbul Surları dibinde şehit olmuştur.
İstanbul’un fethinden önce II. Mehmed’in hocası Akşemsettin tarafından, Ebu Eyyup el-Ensari’nin kabri bulunmuş ve üzerine türbe yaptırılmıştır. Eyüp semti, Fetih'ten sonra Fatih Sultan Mehmed'in, Eyüp Sultan Türbesi’ni yaptırmasıyla gelişmeye başlamıştır. Aynı yıllarda bu yapılara eklenen medrese, aşhane, kütüphane, imaret, hamam ve diğer yapılar çevresinde, Eyüp'teki doku oluşmaya, ilçe şekillenmeye başlamıştır. Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed olarak anılmaya başlayan II. Mehmed, türbenin yanına Eyüp Sultan Camisi’ni yaptırmıştır.

Bu nedenle, Eyüp Sultan Camii ve çevresi yerli ve yabancı turistlerin önemli ziyaret yerlerinden biridir. Müslümanların kutsal aylarında- Ramazan’da, Eyüp Sultan Camii ve türbesi çevresinde mahşeri bir ziyaretçi kalabalığı olur. İğne atsan yere düşmez deyimi tam da burada geçerlidir. Kutsal aylar dışında da hemen her gün yüzlerce kişi tarafından ziyaret edilmekte ve dua edilerek, dileklerde bulunulmaktadır.
Sınırları içindeki türbesi ve camisinin bir başka tarihi önemi de Osmanlı Padişahlarının kuşanma töreni o” idi. Osmanlılarda ‘’Kılıç Kuşanma’’ töreni, tahta çıkış seremonileri arasında en önemli safhalardan biri olarak kabul edilmekteydi. Sünni İslâm hükümdarlarının dünyevi hükümranlıklarını onaylamak anlamında yapılan törenlerdi. Kılıç Kuşanma yeri olmasından kaynaklanmaktadır. “Avrupa’da kral ve kraliçelerin taç giyme törenleri neyse, Osmanlı'da da kılıç kuşanma aynıydı.

İslam dünyasında ilk Kılıç Kuşanma olayı Abbasilere kadar tarihlenmektedir. Osmanlı tarihinde usulüne uygun olarak kılıç kuşanan ilk padişah Yıldırım Beyazıt olduğu kabul edilmektedir. Osmanlı Padişahları tahta çıktıktan kısa bir süre sonra Eyüp Sultan türbesine giderek, Devlet Erkanı ve Halkın önünde görkemli bir törenle kılıç kuşanırlardı.
Eyüp Sultan İlçesi sınırları içinde Eyüpsultan merkezde olup Nişanca, Defterdar, Düğmeciler, İslambey, Rami Cuma, Topçular, Rami Yeni, Silahtarağa, Sakarya, Alibeyköy Merkez, Esentepe, Karadolap, Yeşilpınar, Akşemseddin, Çırçır, Güzeltepe ve Emniyettepe mahalleleri 

Şimdiki adı Alibeyköy olan Köpekyaylası önemli yerleşim alanlarından biridir. Eyüp Sultan ilçesi kırsal alanında ise Kemerburgaz Belediyesi ve bağlı olarak Mimar Sinan, Mithatpaşa ve Göktürk mahallesi ile Akpınar, Ağaçlı, Çiftalan, Ihsaniye, Işıklar, Odayeri, Pirinççi ve Yayla köyleri yer almaktadır.

DERSAADET İSTANBUL



Osmanlı döneminde Saadet ya da Mutluluk Kapısı olarak adlandırılan İstanbul; başta Anakent durumundaki Suriçi kadılığının yanı sıra, Bilad-ı Selase olarak adlandırılan Üsküdar, Eyüp ve Galata Kadılıkları tarafından yönetilmekteydi. 

Böylece, İmparatorluğun başkenti idari ve yargısal yapılanmasını dört bölge olarak yapılandırmıştı. Bu yapılanmanın kökeninde kültürel ve sosyolojik farklılıklar da vardı. 

Suriçi İstanbul’un en eski bölümüdür. Kuzeyde Haliç, doğuda İstanbul Boğazı ve güneyde Marmara Denizi ile sınırlanmıştır. Tarihi Yarımada olarak da bilinen Suriçi ’nin tek kara bağlantısı batıdan olup, çevresi Bizans döneminden kalma surlar ile sur kalıntıları tarafından çepeçevre sarılmıştır.

Bilad-ı Selase

Üç Belde” anlamına gelen Bilad-ı Selase Galata, Üsküdar ve Eyüp’ten oluşmaktaydı. Osmanlı döneminde bu üç belde, Metropol ya da Anakent Suriçi'nin kazaları olup, ayrı kadılar tarafından yönetilmiştir.
İstanbul’daki bu ayrım idari ve yargısal bir bölünmenin yanı sıra sosyolojik ve kültürel bir farklılığı da ifade etmektedir. Dersaadet ’in bu dört ayrı bölümü, aynı kent içerisindeki birbirinden farklı, fakat bir arada ahenkli bir bütün oluşturan dört ayrı dünyayı betimlemektedir. 

Bu dörtlü yapı aynı zamanda İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısını zenginleştiren ve canlı kılan faktörlerin başında gelir. Bilad-ı Selase içinde yer alan Eyüp, İstanbul’un fethi ile kurulan ilk Osmanlı -Türk yerleşim birimidir.


İSTANBUL TARİHİ YARIMADA 2


Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inşa ettirdiği ve Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği asıl İstanbul’dur. Fetihten sonra devletin merkezi buraya getirilmiş; böylece bir imparatorluk merkezi olarak kurulan bu kent, 20.yüzyıl başlarına dek aynı şekilde varlığını sürdürmüştür. Suriçi’nin belki de bu özelliği nedeniyle, Osmanlı Padişahları Suriçi’nde oturdukça devletin başarıları devam etmiştir.

Topkapı Saray'ının klasik anlamda bir saray değil, adeta bir “otağ” olduğu, her an savaşa hazır bir ordunun ordugâhına benzediği söylenmektedir tarihçiler tarafından. Diğer taraftan, devletin merkez bürokrasisinin oturduğu Babıâli de Suriçi’ndedir. Burası zaman zaman baskınların ve karışıklıkların yaşandığı, önemli siyasi olayların yaşandığı bir mekân olmuştur. 19.yüzyıldan başlayarak basının da merkezi haline gelen Babıâli birçok Osmanlı aydını da yetiştirmiş, ünlü Meserret Pastanesi’nde nice heyecanlı tartışmalar yaşanmıştır.

19.yüzyıl ortalarında Osmanlı Padişahları saraylarını Suriçi’nden Boğaz kıyılarına taşımışlarsa da Babıâli Suriçi’nde kalmış ve burası bir siyasi merkez olmanın ağırbaşlılığını her zaman üzerinde taşımıştır.
Topkapı Sarayı Enderun Bölümü
Osmanlı döneminde Müslüman olması nedeniyle yalnız İran’ın konsolosluk açmasına izin verilen Suriçi ’ne, Batılı Hristiyanlar pek sokulamamış; Suriçi ahalisi hep imparatorluğun yerli Müslüman ve Hristiyan unsurlarından oluşmuştur. Buna Balat’ta yaşamakta olan Yahudileri de eklemek.

Fethedildiği dönemde nüfusu 50 bine düşmüş ve eski ihtişamını kaybetmiş bir yer olan Suriçi, Osmanlı’nın imarları ve çabalarıyla ile tekrar canlanmış, 16.yüzyılda nüfusu 500 bini aşmıştır. Bunun yanı sıra; padişahlar, saray halkı ve diğer kişiler Suriçi’ni birçok mimari şaheserlerle süslemişlerdir. Şehre İslami özelliğini veren camiler siluetini oluşturmak için birbirleriyle yarışmışlardır.

Birçok cami, han, hamam, hayır ve eğitim kurumları inşa edilmiştir. Bunların en ünlüsü ve en eskisi Fatih Külliyesinde yer alan, eski adıyla Sahn-ı Seman Medresesi’dir. Yine Süleymaniye Medresesi’nde yer alan Meşihat de Suriçi ‘nin dini bir merkez olma özelliğini tamamlar.

Halkın oturduğu mahallelere çevirecek olursak, dar ama huzur dolu küçük sokakların iki tarafında yer alan cumbalı ahşap evler Suriçi ’nin tipik mahalle görüntüleridir. Şair Mehmet Akif’in tabiriyle “El birliğiyle ayakta durmaya çalışan, gayret eden” bu ahşap evlerden oluşan mahalleler, yüzyıllarca hep ciddi bir tehlikeyi, yangınları da yaşaya gelmişlerdir. Yangın Suriçi ’nin sıkça karşılaştığı bir felakettir.

Çıkan yangınlar hızla ve kolaylıkla yayıldıklarından, koca mahalleler alevlerle bir anda ortadan silinirdi. Yangınlar genellikle birçok yanıcı maddenin de iskelelerine indirildiği Cibali’ den başlar, rüzgârın durumuna göre Unkapanı, Fatih, Aksaray yönünde, ya da Kapalıçarşı’yı da yakarak Sultanahmet yönünde ilerlerdi.


Yangınlara karşı uzun süre tek önlem vardı. Tulumbacılar… Su fışkırttıkları tulumbalarını sırtlarında taşıyarak koşar adım yangın yerine giden tulumbacılar, Suriçi’nde ilginç bir yangın folkloru oluşturmuştu. Tulumbacı gençlerin söylediği maniler, tulumbacılara âşık olan mahalleli genç kızların hikayeleri bu folklorun parçalarıydı.

Suriçi ‘nin başka bir folklorik öğesi ise de kabadayılarıdır. Özellikle Osmanlı’nın duraklama döneminde şehirdeki asayiş çeşitli nedenlerle bozulunca mahallelerde türeyen kabadayılar aslında basit bir serseri takımı değildi. Görevleri mahallenin namusunu korumaktı. Bu kabadayı sürülerini bazen meşihattan gelen ulemanın yönettiği ve aralarına karışıp mahalle kavgalarına karıştıkları da görülmüştür.

Suriçi aynı zamanda canlı bir ticari merkezidir. Ticaretin merkezi Suriçi ‘nin çeşitli merkezlerine dağılmış han ve çarşılardı.  Bunların en ünlüsü Kapalıçarşı’dır. Beyazıt ile Nuruosmaniye arasında uzanan bu binalar kompleksi Osmanlı’nın parlak zamanlarında yükselmiş, çöküş zamanı ise üstünlüğü Galata’ya kaptırmıştır.

Parlak dönemlerinde Kapalıçarşı’da ticaret yapan zengin Müslüman tüccara “Bazargan” denirdi. Bu unvanı almak zordu. Bunun için bir tacirin deniz aşırı ticaret yapması, hem borçlarını vaktinde ödeyerek güvenilirliğini ispatlaması, hem de servetinden bir kısmını hayır işlerine ayırması gerekirdi.

Evet… Anıt eserleri, sarayı, Babıali’si, dar sokaklarla bezeli mahalleleri, Kapalı çarşısı ve diğer özellikleriyle Suriçi, Osmanlı idi. 
Osmanlı ile büyüdü, önem kazandı. Osmanlı çökmeye yüz tutunca, önemini kaybetti. Bugün daha çok tarihi ve turistik bir mekân olarak geçmişe tanıklık ediyor.

İSTANBUL TARİHİ YARIMADA 1


Üç İmparatorluğa 1600 yıl süreyle başkentlik yapmış, içinden geçen denizle iki kıtayı birleştiren ve dünyada bir eşi daha bulunmayan, Konstantinopolis ve İstanbul adlarını içinde taşıyan bir şehirden söz etmek istiyorum. Tarihi Yarımadayı anlamaya ve anlatmaya çalışacağım.

Suriçi ya da Tarihi Yarımada, İstanbul şehrinin ilk kurulduğu ve geliştiği bölgeye verilen addır. İstanbul’un en eski bölümüdür. İstanbul’un; Kuzeyde Haliç, doğuda İstanbul Boğazı ve güneyde Marmara Denizi ile çevrili kısmı, eskiden” Suriçi” günümüzde ise “Tarihi Yarımada” olarak anılmaktadır.

Tek kara bağlantısı batıda olup, Bizans döneminde surlarla çevrilmiştir. Surlar ile sur yıkıntıları tarafından çepeçevre sarıldığından Suriçi diye anılır. Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inşa ettirdiği asıl İstanbul’dur. Bölgenin Tarihi Yarımada olarak adlandırılmasının nedeni ise İstanbul’un en eski yerleşim yeri olmasının yanı sıra, içinde bulundurduğu sayısız tarihi eserdir.

Asya ve Avrupa arasında bir geçiş yolu olan bölge, Paleolitik, Neolitik ve Tunç çağlarından itibaren çeşitli yerleşimlere ev sahipliği yapmıştır. Tarihi Yarımada’nın tarihi ile ilgili ilk buluntular Neolitik çağa ait buluntulardır ve Yenikapı’da, Marmaray kazıları esnasında ortaya çıkarılmıştır. MÖ 6500 yıllarına denk gelen Neolitik dönem, ilk defa insanoğlunun tarımsal üretime başladığı, bitki ve hayvanların evcilleştirildiği bir dönemdir. Bu dönemde yazı, takvim, matematik, yapı sanatı ve kent kurma bilincinin gelişmiştir.

Sarayburnu’nda da Sultanahmet Meydanı’nın altında yapılan kazılarda ise MÖ 5000-3000 yıllarına tarihlenen buluntular ortaya çıkarılmıştır. Bu bulgular ışığında bölgenin yaklaşık 8500 yıldır yerleşim yeri olduğu söylenebilir. Tarihi Yarımada’daki ilk önemli uygarlık, Akdeniz’in doğusunda, Akdeniz ticaret ağının bir parçası olmak ve buğday ticaretinden yararlanmak isteyen Mağaralılardır.

Mağaralılar, bir koloni kurmak amacıyla MÖ 660-670 yıllarında Sarayburnu bölgesine yerleşmiştir. Bu bölgede, Mağaralılardan önce Traklar, Frigler ve Britanyalıların yaşadığı da bilinmektedir. Mağaralılar, Sparta geleneğine göre bu bölgede yaşayan halkı köleleştirerek, Byzantion şehrini kurmuşlardır. Bu kent deniz ticaretinden beslenmektedir ve bu kentin limanı, Sarayburnu’ndan Haliç’e dönünce ilk koy, Prosphorion Limanı’dır.
Bizantion’dan yaklaşık 100 yıl kadar önce kurulan Roma ise fetihlerle büyümüş ve Akdeniz’deki en önemli güç haline gelmişti. Akdeniz üzerindeki canlı ticaret ağı, Roma İmparatorluğu’nun hem siyasi ve hem de ekonomik gücünün güvencesiydi. İmparatorluk yaşlandıkça, etkisi ve gücü azalmaya başladı. İmparatorluk, MS 395 yılında Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrıldı. Kuzeyden gelen baskılara dayanamayan Batı Roma İmparatorluğu, MS 476 yılında tarih sahnesinden çekilirken, yerini ticari hayatın tüm canlılığı ile sürdüğü Doğu Roma İmparatorluğu’na, yani Bizans’a bıraktı.

Doğu Roma (Nea Roma), Batı Roma’nın yıkılmasından sonra bin yıl kadar daha tarih sahnesinde kaldı. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Yeni Roma’nın siyasal bir başkent olmasının yanı sıra, büyük bir liman ve bir imalat merkezi olması ve kenti çevreleyen güçlü surlardı. Surlar, uzun dönem şehri işgallerden korumuştu. Ancak bölgedeki aktif ticaret hayatının Venedikliler ile Cenovalıların elinde olması, Nea Roma’nın sonunu hazırladı. Kent, 1204 yılındaki Latin İstilası ’na kadar, Avrupa uygarlığının başkenti olmasına rağmen, istila sonrası eski gücünü yitirdi ve 1453’te, Fatih Sultan Mehmed’in ordularına teslim oldu.

15.910.168 m² yüzölçümü ile Tarihî Yarımada 12 Temmuz 1995 tarihli 6848 numaralı bir kararla I. derece arkeolojik, kentsel-arkeolojik, kentsel-tarihi SİT alanı ilan edilmiştir.

YEDİ TEPELİ İSTANBUL

İstanbul ile ilk tanışmam 1961 yılında oldu. O yıllarda adı Çapa İlköğretmen okulu olan günümüzdeki Fatih Öğretmen Anadolu Lisesinin Müzik Semineri bölümünün birinci sınıfına öğrenci olarak gelmiştim. Lise birinci ve ikinci sınıfları okuduğum Çapa İlköğretmen Okulu binası hala hayranlıkla seyrettiğim bir yapıdır. 
Tanzimat’ın ilanından sonra, öğretmen yetiştirmek amacıyla İstanbul’da 16 Mart 1848 yılında ilk erkek öğretmen okulu Padişah I. Abdülmecid'in iradesiyle Ahmet Cevdet Paşa öncülüğünde eğitim ve öğretime başlamıştır. Bu demektir ki 169 yıllık tarihi bir anıtsal binada iki yıl öğrenci olmuştum.
Çapa İlköğretmen Okulu anıtsal bina içerisinde bizimle Eğitim Enstitüsü ile Yüksek Öğretmen Okulu da eğitim ve öğretim görüyordu. Ülkemizin en bilgili ve deneyimli öğretmenleri derslerimize giriyordu. Özellikle tarih derslerinde surlarla çevrili olan tek parça halindeki ‘’Fatih’’ İlçesinin ‘’Asıl İstanbul’’ olduğunu öğrenmiştik. Ancak, yatılı öğrenci olmamız nedeniyle, okul dışına çıkışımız kısıtlı olduğundan yeterince gezip, görememiştim.
Üç İmparatorluğa başkentlik yapmış bu kenti yıllar sonra tekrar tekrar gezme fırsatı buldum. Meydanlarında, caddelerinde, sokaklarında, kasır ve köşklerinde ve saraylarında dolaştım. Aşığı olduğum Yedi tepeli İstanbul'u tanımanın Suriçi kavramından geçtiğinin farkına vardım. 16 milyonluk nüfusu ile bir Mega kent olan İstanbul’un içinde Öteki Yaka Pera, Üsküdar, Beykoz, Kadıköy, Eyüp ve diğerleri var ama asıl İstanbul, sadece Sur içinde yer alan bir yarımada, yani Fatih İlçesi’dir. Fatih İlçesi’nin içinde bulunduğu Tarihi Yarımada İstanbul’dur…

Tarihî Yarımada-Suriçi ya da Fatih; kuzeyde Haliç, doğuda İstanbul Boğazı ve güneyde Marmara Denizi ile çevrili kısmı günümüzde “Tarihi Yarımada” olarak anılmaktadır. Bizans döneminden kalma şehir surları yarımadanın batı sınırını oluşturmaktadır. Osmanlı döneminden bu yana Yarımada, Suriçi olarak da adlandırılmaktadır.  Suriçi, İstanbul kentinin ilk kurulduğu ve geliştiği bölgeye verilen addır.
Mega kent olan günümüz İstanbul'unda binlerce tepe bulunmaktadır. Ancak İstanbul adını duyan herkes, ''Yedi Tepeli İstanbul'' kavramını da duymuştur. Nerede dir bu yedi tepe sorusunun yanıtı ise ''Suriçi'' dir. Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inşa ettirdiği asıl İstanbul’dur. 395 yılında kurulan Doğu Roma İmparatorluğu Bizans’ın 1 000 yıl süre ile başkentliğini yapan İstanbul’un Hipodrom olarak düzenlenen Sultanahmet Meydanı da Suriçi kavramını destekler. 1453 yılındaki Fetihten sonra devletin merkezi buraya getirilmiştir.  Böylece bir imparatorluk merkezi olarak kurulan bu kent, 20. yüzyıl başlarına dek aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olarak varlığını sürdürmüştür.
1453 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilinceye kadar yaklaşık 1 000 yıl süreyle Doğu Roma ve devamı olan Bizans İmparatorluğu'na başkentlik yapmış olduğu için Antik Roma'nın ikizidir diye düşünüyorum Suriçi’ndeki İstanbul'u...İstanbul’da olduğu gibi, Antik Roma’da da yaşam yedi tepe üzerine kurulmuş. Neden tepeler tercih edilmiş sorusu akla geliyor elbette...
Bütün Antik Yunan kentlerinin Akropolis olarak adlandırılan yüksek tepelere kurulduğunu görüyoruz. Korunaklı, kartal yuvası gibi, çevresine hâkim bir konumda olan Akropolisler sağlam surlarla çevrili olurdu. Korunaklı ve surlarla çevrili olan bu yerlerde öncelikle kentin koruyucusu durumunda olan tanrıların tapınakları ve onların gölgesi durumunda olan kralların konutları olurdu. Bir bakıma Akropolisler tanrılaşma, tanrının gölgesi olma, tanrıyı temsil etme özellikleri katmaktaydı krallara, yöneticilere ve muktedirlere.
Roma’nın yedi tepesi, Tiber nehrinin Doğusunda ve şehrin merkezinde yer alan tepeler topluluğudur. Şimdilerde oldukça meşhur olan Vatikan tepesi, Tiber Nehri’nin kuzeybatısındadır ve Roma’nın yedi tepesinden birisi değildir. Şu anda Roma’nın yedi tepesinden beşi, anıtlar, binalar ve parklar ile kaplıdır.
Capitol’de Roma belediyesi bulunur, Palatine tepesi ise arkeolojik alandır. Oldukça meşhur olan ve Öteki Yaka-Pera olarak bilinen Galata da İstanbul'un yedi tepesinden biri değildir.  O halde hangileridir? Suriçi’ndeki tepeler topluluğu...Bir bakalım hele... 
Topkapı Sarayı ve Ayasofya birinci tepede, Çemberlitaş ve Nur-u Osmaniye Camisi ikinci tepede, Bayezid Camisi, Üniversite ve Süleymaniye Camisi üçüncü tepede, Fatih Camisi ve külliyesi dördüncü tepede, Yavuz Sultan Selim Camisi'nin bulunduğu çevre beşinci tepede, Edirnekapı, Mihrişah Sultan Camisi altıncı tepede, Kocamustafapaşa semtinin bulunduğu bölge de yedinci tepedir.
Tepeler ya da Yunanlıların deyimiyle akropoller...Byzantion Akropolü de site adı verilen kentin dinsel işlevli bir bölgesiydi. Bu sitede tapınaklar yükselmekteydi. Bundan 1 500 yıl öncesine bir bakış atabilsek ilk göze çarpan yapıların Zeus, Athena, Apollon, Posedion, Afrodit ve Artemis adına yapıldıklarını görecektik.
Dünyanı en etkileyici ve ilginç Saray Müzesi Topkapı ile Dünya mirası listesinin en önemli anıtlarından biri olan Ayasofya yedi tepeden birincisi üzerindedir. O halde Antik İstanbul'u tanımak ve tanıtmak için birinci tepe üzerindeki antik yapılardan başlamak gerekecektir.