İSTANBUL ÇEMBERLİTAŞ KONSTANTİN SÜTUNU



Sultanahmet Meydanından Beyazıt Meydanına doğru Divan Yolu üzerinden yürümeye başlayın. Yürümeye başladığınız tek şeritli ve Tramvayların geçtiği Divan Yolu Doğu Roma döneminde ana bulvardı. Mesa adını taşıyordu. Tek şeritli tramvay yolunun yaya kaldırımlarından birinde 550 metre yürürseniz, Sultan II. Mahmut Türbesini geçer geçmez, kırmızıya yakın bir mermer sütunun çemberlerle çevrili olduğunu görürsünüz. Çemberlitaş sütununu olarak bildiğimiz Konstantin Sütununu buldunuz demektir.

İstanbul’a Konstantin’in Şehri Konstantinopolis adını veren, imparatorluğun resmi dininin Hristiyanlık olmasını sağlayan İmparator Konstantin bu sütunu Roma'daki Apollon tapınağından söktürerek, Forum Konstantin'e diktirir.  Yani bugünkü yerine. Forum Konstantin olarak bilinen meydanın etrafı sütunlu galeriler ile çevrili olduğu biliniyor tarih kitaplarında. Konstantin sütunun üzerindeki güneşi selamlayan Apollon heykelini kaldırtır, kendi heykelini koydurtur.
Konstantin’den sonra gelen Bizans İmparatorları Julianus ve Theodosios bu geleneği sürdürerek kendi heykellerini bu sütunun üzerine koydurturlar. Tarih 1081 gösterirken Apollo’nun babası Zeus'un siniri bozulmuş olmalı ki oluşturduğu şimşek heykelin üzerine düşer. Heykel yanarken sütun da ağır hasar alır. İmparator I. Aleksios Kommenos sütunu tamir ettirerek, üzerine kendi heykeli yerine üzerindeki haç heykelini koydurmuştur. İstanbul'un fethinden sonra üzerindeki haç indirilmiştir.

1470'li yıllarda Yavuz Sultan Selim tarafından tadilatı yapılan sütun II. Ahmet zamanında çıkan büyük bir yangınla ağır hasar alır ve etrafı demir çemberlerle çevrilir. O gün bugündür o sütuna Çemberlitaş denir. Roma'da Apollon sütunu ile başlayan kaderi İstanbul'da Çemberlitaş olarak devam etmiştir. Bazı tarihçilere göre Haçlı Savaşlarında Avrupa'da asker toplamak üzere rahipler tarafından başlatılan kampanyada, Çemberlitaş'ın altında İsa'nın kutsal kadehinin olduğu ve o kadehten içenin ölümsüz olacağı söylentisi binlerce kişiyi Konstantinopolis yollarına dökmüştür.

Her ne kadar efsane denilse de tadilat nedeniyle birkaç yıl boyunca kaldırılmayan iskele ile yıllarca dışarıya kapalı bir görüntü sergileyen Çemberlitaş için, 1204 yılında haçlı askerlerini getirten bu taş bu kez restarasyon bahanesiyle kadehi arıyorlar denilmesine neden olmuştu.

Çemberlitaş ya da Konstantin Sütunu İstanbul'a dikilen ilk anıtsal dikili taştı. Çevresindeki yapılar görkemini zedelese de asıl zedelenme Çemberlitaş hakkında neredeyse hiç bilgi sahibi olmamamızdan kaynaklanmaktadır. Yurtdışı gezilerimde bu tür taşların bulunduğu meydanların çok iyi pazarlandığını görmüş birisiyim. Rehberler mutlaka gezi programına bu tür anıtsal taşları almaktadırlar.


İSTANBUL ESKİ ŞARK ESERLERİ MÜZESİ



İstanbul Arkeoloji Müzeleri kompleksi derya içinde derya gibi bir mekân olarak karşım çıktı. Girişin hemen solunda Eski Şark Eserleri Müzesi ve oldukça büyük bir avluya girdiğimizde sol kanatta Çinili Köşk Müzesi ve sağ kanatta da Arkeoloji Müzesi yer almaktaydı.


Bunlardan Çinili Köşk Müzesi'ni barındıran yapı en eski ve en muhteşemi olup, 1492 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Bu yazı dizimde tanımaya ve tanıtmaya çalışacağım yapı ise 1883 yılında Osman Hamdi Bey tarafından Sanayi-i Nefise Mektebi olarak yaptırılan Eski Şark Eserleri Müzesi'dir. Eski Şark Eserleri Müzesi koleksiyonları, Anadolu ve Mezopotamya'nın Yunan öncesi, Mısır ve Arap Yarımadası'nın İslam öncesi çağlarına ait eserlerinden oluşuyor.

Bu eserlerin çoğunluğu 19. yüzyıl sonunda başlayıp, I. Dünya Savaşı'na kadar süren arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılmış ve bu ülkelerin o zamanki hâkimi olan Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'a getirilmiş. Sergilenen eserler; İslamiyet Öncesi Arabistan Eserleri, Mısır Eserleri, Mezopotamya Eserleri, Anadolu Eserleri, Urartu Eserleri ve Çivi Yazılı Belgeler bölümlerinden oluşuyor.

Eski Şark Eserleri Müzesi'nde anlatım bölgesel bir sınıflama ile yapılmış.  Arabistan Yarımadası, Mısır, Mezopotamya ve Anadolu kültürleri kendi tarihi gelişimleri içinde sunulmuş. Akad Kralı Naramsi'nin Steli, Kadeş Anlaşması, İştar Kapısı, Hammurabi Kanunu gibi eşsiz eserlerin yanında 75.000 tane çivi yazılı belgenin bulunduğu Tablet Arşivi de bu bölümde yer alıyor. Eski Şark Eserleri'nin bugün içinde bulunduğu bina, Osman Hamdi Bey tarafından 1883 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi yani Güzel Sanatlar Akademisi olarak inşa ettirilmiştir.

İleride Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin temellerini oluşturacak olan bu akademi Osmanlı İmparatorluğu'nda açılmış olan ilk güzel sanatlar okuludur. Binanın mimarı daha sonra İstanbul Arkeoloji Müzeleri Klasik binasını inşa edecek olan Alexander Vallaury'dir. 1917 yılında içindeki akademinin Cağaloğlu'nda başka bir binaya taşınması üzerine bu bina müzeler müdürlüğüne tahsis edilmiş.Dönemin müze müdürü Halil Edhem Bey Yakındoğu ülkelerinin eski kültürlerine ait eserleri Yunan, Roma ve Bizans eserlerinden ayrı sergilenmesinin daha uygun olacağını düşünmüş ve binanın Eski Şark Eserleri Müzesi olarak düzenlenmesini sağlamıştır.

Bu iş için davet edilen Alman Uzman Eckhard Unger, 1917-1919 ve 1932-1935 yıllarında İstanbul'da çalışmış, müzenin teşhirini tamamlamış ve eserler üzerine bir dizi yayın yapmıştır. II. Dünya Savaşı sırasında savunma amacıyla boşaltılan müze, daha sonra mimari ve planlama dalında uzman olan Osman Sümer tarafından Unger'in ilkelerine göre tekrar düzenlenmiştir. 1963 yılında müze yapısında büyük bir düzenleme yapılarak 1974 yılında tekrar ziyarete açılmıştır.

En son 1999-2000 yıllarında bakım ve onarımları yapılan Eski Şark Eserleri Müzesi 8 Eylül 2000'de bugünkü haline kavuşmuştur. Eski Sanayi-i Nefise Mektebi'nin derslikleri sergi salonlarına dönüştürülmüş. Müzeye girişte ilk karşımıza çıkan İslamiyet Öncesi Arabistan Eserleri olup, salon 1 de teşhir edilmiş. Hemen yanındaki salon 2 de Eski Mısır Eserleri teşhir ediliyor. İki salonu da gezip, fotoğraflarını çekiyorum. Salon 2’den 3'e geçerken çarpıcı Aslan Kabartmaları karşıma çıkıyor.

Kent devletleri halinde yaşamışlar. Kent devletlerinin başında “ensi” ve “patesi” adı verilen rahip krallar vardı. Mezopotamya kültür ve uygarlığının temeli Sümerler tarafından atıldı. Mezopotamya devletleri kültür ve uygarlık yönünden büyük ölçüde Sümerlerin etkisinde kaldılar. M.Ö. 2350’de Akadlar, Sümerleri egemenlikleri altına aldılar. M.Ö. 4000′de Arabistan’dan göç eden ve Sami kavimlerinden olan Akadlar, Fırat Irmağı boylarına gelip yerleştiler. M.Ö. 2350’de Sümer egemenliğine son veren Sargon, Akad Krallığı’nı kurdu. 

Müzede en fazla teşhir salonu/3-4-5-6 nolu salonlar Eski Mezopotamya Eserlerine ayrılmış. Geriye kalan 7-8-9 nolu salonlar Eski Anadolu Eserlerine ayrılmış. Ben, Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni çokça ziyaret etmiş, yüzlerce fotoğraf çekmiş ve bu müzeyi tanıtmak için 10 yazı dizisi yapmış biri olarak, daha çok Eski Mezopotamya Eserleri ile ilgilenmeyi seçtim. Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan topraklara, iki ırmak arası anlamına gelen Mezopotamya tabiri kullanılır. Nehrin akış yönüne göre bölge Yukarı Mezopotamya ve Aşağı Mezopotamya olarak bölümlendirilmiş.

Mezopotamya, İlk Çağ’ın en eski ve en önemli uygarlık merkezlerinden biridir. Topraklarının verimli, ikliminin yaşamaya uygun olması nedeniyle, dışarıdan birçok kavim buraya gelip yerleşmiştir. Mezopotamya’da Sümer, Akad, Elâm, Babil ve Asur devletleri kurulmuştur. Asya kökenli bir kavim olan Sümerler, M.Ö. 3500 yıllarında Mezopotamya’ya gelip yerleşmişler.

Kent devletleri halinde yaşamışlar. Kent devletlerinin başında “ensi” ve “patesi” adı verilen rahip krallar vardı. Mezopotamya kültür ve uygarlığının temeli Sümerler tarafından atıldı. Mezopotamya devletleri kültür ve uygarlık yönünden büyük ölçüde Sümerlerin etkisinde kaldılar. M.Ö. 2350’de Akadlar, Sümerleri egemenlikleri altına aldılar. M.Ö. 4000′de Arabistan’dan göç eden ve Sami kavimlerinden olan Akadlar, Fırat Irmağı boylarına gelip yerleştiler. M.Ö. 2350’de Sümer egemenliğine son veren Sargon, Akad Krallığı’nı kurdu.

Mezopotamya’ya egemen oldular ve tarihin ilk büyük imparatorluğu olan Akad İmparatorluğu’nu kurdular. İlk Babil Devleti M.Ö ikinci bin yılında Samilerin bir kolu olan Amurrular tarafından kuruldu. En güçlü dönemlerini Hammurabi zamanında yaşadılar. Hammurabi, Sümer ve Akadların yasalarını toplayarak zamanın ihtiyaçlarına göre düzenleyen ünlü “Hammurabi Kânunlarını meydana getirdi. Babil Devleti, M.Ö. 1800 yıllarında Hititler tarafından yıkıldı. Babil, uzun yıllar Asurların egemenliği altında kaldı. Babilliler, Medlerle birleşerek M.Ö. 612 yılında Asur egemenliğine son verdiler yeni Babil Devleti’ni kurdular. Yeni Babil Devleti’ne de M.Ö. 539 yılında Persler son verdi.

İştar kapısı
Pişmiş toprak, sırlı ve kabartmalı tuğlaların birleştirilmesinden oluşan, boğa ve ejder kabartmaları, Yeni Babil Devleti'nin başkenti Babil'in iç ve dış sur duvarlarını birleştiren Tanrıça İştar adına yaptırılmış olan anıtsal çifte kapıya aittir. Kapının duvarları, Tanrı Adad'ın kutsal hayvanı boğa ve Babil'in baş tanrısı Marduk'un kutsal hayvanı ejder 'Muşuşu'nun kabartmaları ile süslenmiştir. Ejderin başı ve boynu yılan, ön ayakları aslan, arka ayakları kartal pençesi biçiminde olup, gövdesi yılan derisi biçiminde işlenmiştir. 

Tanrıça İştar'ın kutsal hayvanı olan aslan kabartmaları ise Babil'deki tören yolunun iki yanını süslemekteydi. Anıtsal yol kentin merkezindeki Marduk tapınağından başlayarak İştar Kapısı'nı geçer ve sur dışında yeni yıl bayramının kutlandığı 'Bayram Evi'nde son bulurdu. İştar kapısı ve Tören yolu Yeni Babil Çağı'nın en parlak devri olan II. Nabukadnezar zamanında MÖ 6. yüzyıl sonlarında yapılmışlardır. Kapının ve tören yolunun bir canlandırması da ayrıca sergilenmektedir. Yapının pek çok unsuru da Berlin Müzesi'nde bulunmaktadır.

Aslan Kabartmaları
Tanrıça İştar'ın kutsal hayvanı olan aslan kabartmaları ise Babil'deki tören yolunun iki yanını süslemekteydi. Anıtsal yol kentin merkezindeki Marduk tapınağından başlayarak İştar Kapısı'nı geçer ve sur dışında yeni yıl bayramının kutlandığı 'bayram evi'nde son bulurdu. 

İştar kapısı ve Tören yolu Yeni Babil Çağı'nın en parlak devri olan II. Nabukadnezar zamanında MÖ 6. yüzyıl sonlarında yapılmışlardır. Kapının ve tören yolunun bir canlandırması da ayrıca sergilenmektedir. Yapının pek çok unsuru da Berlin Müzesi'nde bulunmaktadır.

Kadeş Anlaşması
Tarihin bilinen ilk barış anlaşması olan Kadeş Anlaşması MÖ 13. yüzyılın iki büyük siyasi ve askeri gücü olan Hitit ve Mısır devletleri arasında yapılmıştır. Hitit Kralı III. Hattuşili ve Mısır Firavunu II. Ramses arasında yapılan bu anlaşmanın metnini içeren kil tablet 1906 yılında Boğazköy'de yapılan kazılarda ele geçmiştir.Bu belgenin ortaya çıkmasından önce anlaşmanın yalnızca Mısır'da Karnak tapınağındaki bir stel üzerine Mısır hiyeroglifi ile yazılmış metni biliniyordu. 

Yazıtta III. Hattuşili'nin anlaşma metnini gümüş bir tablete yazdırıp Mısır'a gönderdiği bildirilmişse de bu belge henüz bulunamamıştır. O zamanın diplomasi dili olan Akadça ile yazılan tablet çok kırık olup orijinal metnin hemen hemen yarısıdır. Daha sonra yapılan kazılarda, esas metne ait dört parça daha bulunmuş ve böylece metnin kırık olan kısımlarının tamamlanması mümkün olmuştur.


İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ




Dünyanın en önemli koleksiyonlarından birine sahip olan İstanbul Arkeoloji Müzeleri ya da eski ismiyle Müze-i Hümayun ’un bir bölümü kapsamlı yenileme çalışmalarının ardından Kasım 2019’da kapılarını tekrar açtı. İsminin çoğul olarak kullanılmasının nedeni, idaresi altında Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi olmak üzere üç ayrı müzeyi bulundurmasıdır. Kalan bölümlerinin yenileme çalışmalarının 2020 yılı içinde tamamlanması bekleniyor.

İstanbul Arkeoloji Müzesi, çeşitli kültürlere ait bir milyonu aşkın eserle, dünyanın en büyük müzeleri arasındadır. Türkiye’nin müze olarak inşa edilen en eski binasıdır. 19. yüzyılın sonlarında ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey tarafından İmparatorluk Müzesi olarak kurulmuştur.  Oluşturduğu kültür kurumları ve resimleriyle çığır açan Osman Hamdi Bey’in sayesinde ülkemiz büyük bir Arkeoloji Müzesi, zengin bir Arkeoloji Kütüphanesi ve Güzel Sanatlar Akademisi kazandı.

Bunlardan biri olan Güzel Sanatlar Akademisi, Sanayi-i Nefise Mektebi adı altında kurulmuş olup, günümüzde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olarak işlevini sürdürmektedir. Osman Hamdi Bey’in yarattığı bu kültür kurumları nedeniyle hem dönemin Osmanlı Padişahları hem de birçok Avrupa Devleti kendisine madalyalar, nişanlar ve doktorluk unvanları vermiştir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan İstanbul Arkeoloji Müzeleri, İstanbul’un Sultanahmet semtinde, Gülhane Parkı’ndan Topkapı Sarayı’na çıkan Osman Hamdi Bey yokuşunda yer almaktadır.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri gezisi kapsamında müzenin muhteşem güzellikteki bahçesini ve bahçenin içinde yer alan üç ayrı binayı ziyaret etmek mümkündür. Farklı dönemlerine izler bırakmış uygarlıklardan kalan çeşitli eserlere ev sahipliği yapan İstanbul Arkeoloji Müzeleri, dünyada müze binası olarak tasarlanan ve kullanılan ilk on müze arasında yer alır. Ayrıca Türkiye’nin de müze olarak düzenlenmiş ilk kurumudur. Sahip olduğu çarpıcı koleksiyonların yanı sıra müze binalarının mimarisi ve bahçesi ile de tarihsel ve doğal öneme sahiptir.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri, tarihin koridorlarında bir yolculuk yapmak ve uygarlıkların izini sürmek isteyen tüm ziyaretçileri ağırlamaktadır. İstanbul Arkeoloji Müzeleri ile tasarladığı Resim Heykel Müzelerini kavrayabilmek için Osman Hamdi Bey’i tanımak gerekir. Osman Hamdi Beyi ilk kez” Kaplumbağa Terbiyecisi” adlı ünlü resmi ile tanımıştım. Daha sonra Kadıköy Kalamış’taki parkta heykelini görmüş ve Kadıköy’ün ilk Belediye Başkanı olduğunu öğrenmiştim. Tanıdıkça hayranlığım arttı ve tanıma ve tanıtma gereğini duydum.
Osman Hamdi Bey, 31 Aralık 1842’de İstanbul’da dünyaya geldi. Babası İbrahim Ethem Bey ülkenin ilk maden mühendislerinden biri olup, 1877’de sadrazamlığa kadar yükselen bir devlet adamıydı. Osman Hamdi, ilkokul öğreniminin ardından, 1856 yılında Maarif-i Adliye okuluna başladı. Oğullarının yurt dışında öğrenim görmesini isteyen babası onu birkaç yıl sonra hukuk öğrenimi için Paris’e gönderdi. Paris’te kaldığı 12 yıl boyunca hukuk öğrenimini sürdürürken o dönemin ünlü ressamlarına, atölyelerinde çıraklık yaparak iyi bir resim eğitimi aldı. Onun Paris’te bulunduğu dönemde Osmanlı Devleti resim öğrenimi için Şeker Ahmet Paşa ve Süleyman Seyyid’i Paris’e göndermişti. Bu üç kişi, Türk resim sanatının ilk kuşağını oluşturdu.


Osman Hamdi Bey, 1867 Paris Dünya Sergisi’ne bugün nerede oldukları bilinmeyen “Çingenelerin Molası”, “Pusuda Zeybek “ve “Zeybeğin Ölümü” adlı üç yapıtını gönderdi. Yurda döndükten sonra devletin farklı kademelerinde görev aldı. İlk görevi Bağdat İli Yabancı İşler Müdürlüğü idi. Mithat Paşa’nın Bağdat’a vali olması nedeniyle geldiği bu şehrin çeşitli görünümlerini yansıtan tablolar yaptı, Bağdat tarihi ve arkeolojisi ile ilgilendi. İlk Türk arkeoloğu kabul edilir. En önemli arkeolojik kazısı 1887-1888’de gerçekleştirildiği Lübnan’daki Sayda Kral Mezarlığı kazılarıdır. Bu kazılar sırasında dünyaca ünlü İskender Lahidi’ni bulmuştur.

İstanbul’a döndüğünde Saray Protokol Müdür Yardımcısı olan Osman Hamdi, bu sırada Viyana’da düzenlenen Uluslararası Sergi’ye komiser olarak katıldı. 1875 yılında Kadıköy’ün ilk belediye başkanı olarak görevlendirildi ve bu görevi bir yıl sürdürdü. 93 harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra devlet memurluğundan ayrıldı. 1881′de Müze-i Hümayun/İmparatorluk Müzesi Müdürü’nün ölümü üzerine, padişahın şahsi emri ile müze müdürlüğüne atandı.

Müze-i Hümayun Müdürü olarak ilk işi eski eserlerin yurt dışına götürülmesini yasaklayan bir tüzük hazırlamaktı. Yürürlükte bulunan 1874 tarihli “Asar-ı Atika Nizamnamesini’’ 1883 yılında yeniden düzenledi ve yürürlüğe soktu. Bu yeni düzenleme ile Batılı ülkelere Osmanlı topraklarından eski eser kaçırılmasını önledi. Müze müdürlüğü sırasında ilk Türk bilimsel kazılarını başlatan Osman Hamdi Bey, Nemrut Dağı, Muğla, Yatağan ve Lübnan’da arkeolojik kazılar gerçekleştirdi. Lübnan Sayda/Sidon ’da yaptığı kazılarda bulduğu antik eserler arasında arkeoloji dünyasının başyapıtlarından sayılan İskender Lahiti de bulunmaktadır. Söz konusu eserler İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.

Osman Hamdi Bey, ona uluslararası ün getiren bu kazılarla ilgili olarak arkeolog Salomon Reinach ile “Une necropole a Sidon/Sayda Kral Mezarlığı adlı bir kitap yazmış ve 1892’de Paris’te yayımlatmıştır. 1 Ocak 1882’de padişah II. Abdülhamit tarafından bir başka göreve daha atandı. Türkiye’nin ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin müdürlüğü ile görevlendirilmişti. Binanın yapımı ve akademik kadronun kurulmasının ardından okulu 2 Mart 1883’te öğretime açtı. Osman Hamdi Bey, müzecilik ve arkeoloji çalışmalarını sürdürürken resim yapmayı hiç bırakmadı.

Resimlerini genellikle Eskihisar ve Gebze’deki evinde geçirdiği yaz aylarında yaptı. Ressam olarak sağlığında üne kavuşan ve ”Ressam-ı Şehir”/Ünlü Ressam diye anılan Osman Hamdi Bey, Türk resim sanatında önemli bir yere sahiptir. Eserlerinin büyük çoğunluğunu figürlü kompozisyonlar ve portreler oluşturur. Türk resminde insan figürlü kompozisyonları ilk kullanan ve kadın konusunu ilk işleyen kişidir. Kadını sadece portresini yaparak değil, gündelik yaşamdaki yeriyle resmetmiştir. Resimlerinde asıl üzerinde durduğu nokta, mimari elemanlar ve onu tamamlayan dekorasyondur. Bir minyatür ressamı gibi en ince detayları görmeye çalışmıştır. Dekor olarak tarihi yapıları, aksesuar olarak tarihi eşyaları kullandı.

“Kaplumbağa Terbiyecisi” (1906), “Silah Taciri” (1908) Osman Hamdi’nin en ilgi çeken ve özgün eserlerindendir. Birçok resmi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Londra, Liverpool ve Boston müzelerinde sergilenmektedir. Tablolarında yer alan baş kişi kendisidir. Kendisini değişik kıyafet ve pozlarda tuvale aktarırken yüzünü değiştirmemiştir. Bazı tablolarında fotoğrafı yardımcı bir unsur olarak kullanmış, fotoğrafları tablolarına uygularken karelerle büyütme tarzın başvurmuştur. Bu tür bir uygulamasını Çinili Köşk Müzesi’nde gördüm. Çinili Köşk’ün Gülhane Parkı’na bakan sol köşe odasının nişlerinden biri 16. yüzyılın sonlarında, III. Murad zamanında, sel sebil şeklinde bir çeşmeye dönüştürülmüştür.

Ayna taşındaki bitkisel motiflerin ortasında yer alan tavus kuşu figürü dikkati çekmektedir. Süslemelerde kalem işi tekniği ile altın yaldız kullanılmıştır. Yan duvarlarında ta’lîk hatla yazılmış on iki beyitlik iki mermer kitabeden, çeşmenin Hicri 999 /Miladi 1590 tarihinde yapıldığı ve Çinili Köşk’e o yıllarda “Sırça Saray” denildiği anlaşılmaktadır. Çeşmenin karşısındaki nişe ise 2004 yılında başlayan son düzenlemelerde, Osman Hamdi Bey’in yaptığı, 1904 tarihli “Ab-ı Hayat Çeşmesi” adını taşıyan yağlıboya tablonun bir kopyası konulmuştur. Bu tabloyu Osman Hamdi Bey, çeşmenin yanında durarak çektirdiği fotoğrafından yapmıştır. Ünü yurt dışına kadar uzanan Osman Hamdi Bey, katıldığı Dünya Fuarı’ndaki resim sergilerinden de çeşitli madalyalar almıştır. 

Osman Hamdi Bey’e özenerek, O’nun gibi ben de fotoğrafımı çektirdim. Ancak, resim yapma yeteneğim olmadığından, bir tabloya dönüştüremeyeceğim. Ancak, Osman Hamdi Bey’in Ab-ı Hayat Çeşmesi adlı tablosuna benzeyen resmimden büyük keyif aldığımı da söylemeliyim.

Arkeoloji kazılarındaki eser sayısının artması ve Sayda/Sidon’dan getirilen lahitlerin sergilenebilmesi için yeni bir müze binası yapılması gereğini anlayan Osman Hamdi Bey, bu günkü İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin kurulmasını sağladı. Neo-Klasik stildeki müze üç aşamada tamamlandı. İlk olarak, Çinili Köşk’ün tam karşısındaki bina inşa edilerek 13 Haziran 1891 yılında açılışı yapıldı. Mimar Alexandra Vallaury’nin, ”Ağlayan Kadınlar Lahiti ”nden esinlenerek çizdiği iki katlı bu çekirdek müze 1 800 m2 lik bir alana sahipti. Bir süre sonra, bu çekirdek müzenin de ihtiyacı karşılamayacağı anlaşıldı ve kuzey kanadının yapımına başlandı. Mimar Vallaury’nin vefatı üzerine, çizdiği planın uygulaması mimar ve ressam Philippe Bille tarafından gerçekleştirildi.

1903 yılı kasım ayında hizmete giren 1 750 m2 lik bu ek binanın zemin katında müdürlük dairesi ve depolar bulunuyordu. Kuzey kanadındaki ek binanın da yeterli olmayacağı anlaşılınca, 10 ay sonra güney kanadındaki ek binanın yapımına başlandı. 1 976 m2 lik alana yayılan bu bina da 1907 yılının mayıs ayında hizmete girdi. Binaların ısıtılmasında kaloriferlerin kullanılması, o dönem için büyük bir yenilikti.

Osman Hamdi Bey, müzelerin her şeyden önce birer araştırma merkezi olması gerektiği düşüncesiyle binanın üst katında bir Arkeoloji Kitaplığı kurdu. Gerek kendisinin ve arkadaşlarının gerekse yabancı kurumların hediye ettiği kitaplarla müze kitaplığı kısa zamanda zenginleşti ve arkeologların hizmetine sunuldu. Böylece, ülkemizde modern müzecilik anlayışının temelleri Osman Hamdi Bey tarafından atılmış oldu.

Tükenmek bilmeyen bir enerji ile bütün hayatı boyunca durmaksızın çalışan Osman Hamdi Bey, açmayı tasarladığı ilk resim müzesi hazırlıklarına başladığı bir sırada, 24 Şubat 1910 tarihinde İstanbul Kuruçeşme’deki yalısında hayatını kaybetti. Muhteşem bir törenle kaldırılan cenazesi, vasiyeti üzerine, Eskihisar’a götürüldü. Hayatta iken çok sevdiği ve resimlerini yaptığı köşkünün geniş arazisindeki çam ve servilerin arasına gömüldü. Sanatçının Eskihisar’daki köşkü 1987’den bu yana müze olarak hizmet veriyor.

İSTANBUL ÇİNİLİKÖŞK MÜZESİ



İlk Müslüman Türk Devletini kuran Karahanlılar dönemine ait yapılarda görülmeye başlayan çini süsleme geleneği, Türk Çini Sanatının bin yılı aşkın bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları tarafından çini süslemeleri devam ettirilmiş, Selçuklular, egemenlikleri altına aldıkları yerlerde inşa ettikleri pek çok cami, medrese, kervansaray, saray, türbe ve benzeri eserleri çinilerle bezemişlerdir.

Anadolu Selçuklu Devletinin dağılmasından sonra, çini geleneğini sürdürme çabası, Anadolu’da kurulan Beyliklere düşmüş ve nihayet Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla yeni bir dönem başlamıştır. Beylikler devrine ait önemli eserler İstanbul ‘da Çinili Köşk Müzesinde ve Berlin Devlet Müzesinde bulunmaktadır.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri bünyesinde yer alan Çinili Köşk Müzesi koleksiyonlarında 11. yüzyıldan 20.yüzyıl başlarına tarihlenen Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait 2000 civarında eser bulunmaktadır. Müze'nin koleksiyonlarını 1981 yılında konum olarak yakınlığı nedeniyle İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü'ne bağlandığında mevcut olan eserler ile arkeolojik kazılarda bulunan, satın alma, bağış ve müsadere yoluyla giren eserler oluşturmaktadır.

Türk çini ve keramik sanatının başarılı örneklerinin sergilendiği bir müze olarak işlevini sürdüren Çinili Köşk, 1472 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldı. İçini ve dışını süsleyen çinilerden ötürü ''Sırça Saray'' ya da ''Kasr-ı Kaşi'' olarak tanımlanmaktadır. Etrafını çeviren Ağa Çayırı, Kalfa Yeri ve Kum Meydanı denilen alanlarda spor yarışmalarının yapıldığı bilinmektedir.

Çinili Köşk, tarihi boyunca geçirdiği değişikliklere rağmen revaklı girişi, eyvanları ve çinileriyle Selçuklu tarzını aksettiren Osmanlı sivil mimarisinin İstanbul'daki tek örneğidir. Firuze, beyaz, mor ve lacivert renkli mozaik tekniğinde yapılmış çinilerdeki ahenk ileri bir süsleme anlayışını ürünüdür. Girişte, mozaik çinilerle süslü eyvanın altındaki kapının üzerini boydan boya dolanan kitabede, köşkün bitiş tarihi ile güzelliğinden de söz edilmektedir.

Kitabede; '' Senin kapının içi, nimetlerle dolu olan Cennet'in önüdür. Senin harimin Kâbe gibi muhterem olmuştur. Senin kurulduğun yerin letafeti ve havası, çürümüş kemiklere adeta can verir. Bu Kasr-ın önü, kerametinden dolayı mülk erbabının/Hükümdarlarının kıblesi, eşiğinin kutlu oluşundan dolayı din ehlinin kıblegahı, yücelik güneşinin doğduğu ve Murad sabahının parladığı yer, göğün göz nuru, yeryüzünün ziynetidir.'' Yazılmaktadır.

1737 tarihinde bir yangın geçiren Çinili Köşk'ün revakları ve sütunları yanmıştır. Günümüzdeki 14 sütunlu mermer revak I. Abdülhamit zamanında yeniden yaptırılmıştır. Yangın sonrasında Çinili Köşk bir süre Saray Ağalarına tahsis edilmiştir. 1875 yılında müze olarak kullanılmasına karar verilince içinde birtakım değişikler yapılmış. Müze olarak hazırlıklar tamamlanınca 1880 yılında İmparatorluk Müzesi/Müze-i Hümayun olarak ziyarete açılmış.

Aslında ilk İmparatorluk Müzesi, Topkapı sarayı sınırları içerisinde bulunan Aya İrini'de 1869 yılında kurulmuştu. 1872 yılında da Alman kökenli Dr. Fhilip Anton Dethier müdür olarak atanır. Ancak, Aya İrini yetersiz kalınca Çinili Köşk İmparatorluk Müzesi'nin yeni mekânı olur. 1881 yılında da Sadrazam Ethem Paşa'nın oğlu Osman Hamdi Bey'in müze müdürlüğüne atanmasıyla birlikte Türk müzeciliğinde yeni bir çığır açılır.

1939 yılında Topkapı Sarayı Müzesi bünyesine alınan Çinili Köşk'ün içindeki eserlerin büyük bir bölümü başka müzelere devredildi. 1953 yılına kadar da müze işlevini yitirdi. İstanbul'un fethinin 500. yılı olan 1953 yılında yenilenerek ''Fatih Müzesi'' olarak ziyarete açıldı. Bu dönemde Fatih'e ait olan silahlar, elbiseler, fermanlar, resimler ve benzeri eserler sergilendi.

Daha sonraları Türk-İslam Osmanlı Çini ve Keramiklerinin sergilendiği bir seksiyon/bölüm haline getirilen Çinili Köşk, konum olarak yakınlığı nedeniyle, 1981 yılında İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü'ne bağlandı. Çinili Köşk Müzesi'nin salon ve odalarında Selçuklu ve Osmanlı Dönemi çini ve Keramiklerinin 12. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başlarına tarihlenen örnekleri sergilenmektedir.

Bu koleksiyonlardan seçilen çini ve seramikler; girişin solundaki odada Selçuklu Dönemi, sol taraftaki dışa açılan eyvanda Slip teknikli ve Milet işi, orta salon ile beş köşeli çıkıntılı odada İznik yapımı, Gülhane Parkı'na bakan sağ köşe odada Kütahya yapımı ve dışa açılan q eyvanda ise Çanakkale yapımı eserler olmak üzere girişin solundan başlayarak devam eden bir yerleşim düzeni içinde sergilenmektedir.