FENER RUM PATRİKHANESİ

 

Ortodoksların Vatikanı olarak kabul edilen Fener Rum Patrikhanesi, Haliç kıyısında, Cibali ile Balat arasındaki Fener yerleşkesine oldukça görkemli Ruhani bir kimlik kazandırmıştır.

Bu kimlik, Ortodoksların dini merkezi İstanbul Patrikhanesi'nin, 1601 yılından bu yana, Aya Yorgi Kilisesi’ne yerleşmişmiş olmasındandır.

Fener yerleşkesinde ayrıca Bulgar Stefan Sveti Kilisesi, Dimitri Kantemir olarak bilinen Vlah Sarayı, Kanlı Meryem Kilisesi, Tur-i Sina olarak bilinen İoannes Prodromos Kilisesi, Kırmızı Mektep olarak bilinen Fener Rum Lisesi ve Fatih döneminde yapıldığı sanılan Fener kapısı Mescidi semtin önemli yapılarıdır.

Türkiye'de Resmi Kimliği Fener Rum Patrikhanesi, Ortodoks dünyasında ise Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi olup, 250 milyon Ortodoks'un ruhani önderi konumunda olan bir kurumdur.

Patrikhane, Ortodoks dünya içerisindeki tarihten gelen hiyerarşik yapısını ve diğer Hristiyan mezhepleri, diğer semavi dinler ve diğer hükümetler nezdindeki konumunu muhafaza etmektedir.

Bu kurumun ülkemizde olması ve başında Bartolomeo gibi bir diyalog adamının bulunması bir çok açıdan oldukça önemlidir.

Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi, M.S. 37 yılında İsa Peygamberin havarilerinden olan Apostol Andrea tarafından kurulmuştur. M.S. 451 yılında Kadıköy’de toplanan 4ncü Ekümenik Konsül’ ün kararları ile Roma Patrikhanesi ile eşit sayılmıştır.

Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasından sonra, Bizans İmparatorluğu içindeki Hristiyanlar, İstanbul Ortodoks Kilisesi’ne bağlanmış ve “Doğu Kilisesi” olarak da adlandırılan Ortodoks Kilisesi, 5 nci yüzyılda Katolik Kilisesi’nden ayrılmıştır.

İstanbul’un fethinden sora Fatih Sultan Mehmet, Konstantinopolis Patriği seçilen Genadios Türk ve İslam hukuku çerçevesinde, patriğin görev ve yetkilerini gösteren, Patrikhane’ye bazı ayrıcalıklar tanıyan bir ferman çıkarmıştır.

Fatih’ten sonra ise Osmanlı hükümdarlarının Patrikhane’ye verilen imtiyazları benimseyen fermanlar vermesi gelenek haline gelmiştir. Böylece Fener Rum Patrikhanesi yasal statü kazanmıştır.

Fener Rum Patrikhanesi yerleşkesinde gördüğüm yapıları görünce, 250 milyon Ortodoks'un temsil edildiği Patrikhane burası mı? Diye hayal kırıklığına uğramıştım. Oysa ben yıllarca, Eyüpsultan-Eminönü hattında çalışan şehir hatlarında seyahat ederken gördüğüm ''Kırmızı Kale'' olarak da adlandırılan Fener Rum Lisesi'ni Patrikhane olarak tanımış ve yayınlamıştım.

Sonraki araştırmalarımdan öğrendiğime göre, Osmanlılar, camilerden daha yüksek ve daha görkemli Kilise ya da Gayrimüslimlerin dini yapılarına izin vermiyormuş.



HALİÇTE ÜNLÜ BİR SEMT FENER

 


İstanbul Haliç kıyısında, etkileyici bir semt olan Fener, çok sayıda ilginç kiliseler yoğunluğuna sahip, otantik atmosferi, Fener Rum Patrikhanesi, ilginç mimarisi ve görkemiyle ünlü Fener Rum Erkek Lisesi, dar sokakları ve yokuşlarıyla ziyaretçilerine oldukça farklı bir deneyim sunmaktadır.

Her ne kadar Balat-Fener ikilisinden söz edilse de, Ayvansaray-Balat-Fener üçlemesinin kısa tarihçesi birlikte yorumlandığında, Fener Semtini daha iyi anlama olanağı vardır.

Bu üçlü Rum-Yahudi-Ermeni semtleridir. Fener bölgesinde ağırlıklı olarak Rumların, Ayvansaray bölgesinde Ermenilerin ve Rumların, Balat’ta ise Yahudilerin ağırlıklı oldukları tarihsel bir gerçektir.

Balat, özellikle İstanbul Musevileri açısından tarihi önem taşımaktadır. İstanbul’un fethinden sonra kente getirilen Makedonya Musevileri ile İspanya’dan göç edenler bu semte yerleştirilmiştir.

Balat, burada yaşamış küçük bir Ermeni cemaatinin varlığıyla birlikte, Bizans döneminden beri Musevilerin yaşadığı semt olmuştur. Kamış Sokaktaki Balat Surp Hireşdagabet Ermeni Kilisesi buna kanıttır.

Uhrevi dinler açısından tam bir mozaik karşımıza çıkıyor. İnanç turizmi açısından da önemli bir bölgedir Ayvansaray Balat Fener üçlemesi. Bu üçlemenin bulunduğu bölge adeta bir açık hava müzesidir.


Bu üçlemede, 1453 den beri ibadete açık olan 20 civarında cami bulunmaktadır. Bunlardan ikisi kiliseden dönme Hazreti Cabir ve Gül Camileridir. Bu dağılım, bölgedeki Müslüman mahallelerinin de ağırlıklı olduğunu gösteriyor.

Fener Semti, aynı zamanda “Rum Ortodoksların Vatikan'ı” durumundadır. Fener Rum Patrikhanesi ya da dünyada bilinen adıyla ''Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi'' ile birlikte Bulgar Kilisesi‘ne de ev sahipliği yapmaktadır.

Fener Rum Patrikhanesi, halen dünyadaki 250 milyon Ortodoks Hristiyanların ruhani önderliğini yapan, Ortodoksların dünyadaki merkezi konumunda.

Şirin Fener semtinin daracık sokaklarında kaldırıma taşan kafeler, Avrupa-Türk mutfağından yemekler servis edilen bistrolar ve eski ahşap evlerin bir arada bulunduğu semtte bizim gibi dolaşıp, sürekli fotoğraflar çeken gezginlerle birlikte Sancaktar Yokuşuna geliyoruz.

Fener-Balat'ta en dik ve meşhur yokuşlardan biridir Sancaktar. Gezginlerini ''Kırmızı Mektep'' olarak da bilinen Fener Rum Lisesi'ne ulaştırır.

Özel Fener Rum Lisesi


Fener Rum Lisesi İstanbul’un şüphesiz en etkileyici binalarından birine sahiptir. ‘Yedi Tepeli İstanbul’ diye bildiğimiz şehrin 5. tepesine oturtulmuş, inanılmaz bir yerdir.

Dışarıdan kırmızı kiremit rengiyle, hibrid ötesi mimarisiyle ve heybetiyle dikkat çeker. Girebilir ve gezebilirseniz, içerisinin de bir o kadar güzel olduğu görülecektir.

Bir şato görünümü var ama bir yandan Neoklasisizm, bir yandan Bizans mimarisi esintileri, bir yandan eski Yunan derken tam döneminin gerektirdiği gibi görünüyor.

Özel Rum Lisesi sayıca gitgide azalan Rum çocuklarının okuduğu bir özel okul. Özel okul deyince paralı okul geliyor aklımıza tabi doğal olarak ama bu öğrenciler, ne okula, ne yemeğe ne de servise para ödüyorlar.


Özel Fener Rum Lisesi “Kırmızı mektep” diye bilinir İstanbul’da. Kırmızı mektep ya da Mekteb-i Kebir olarak da anılan Özel Fener Rum Lisesi ve İlköğretim Okulu Fransa’dan getirilen kırmızı tuğlalar ile şimdiki binası inşa edildiği için, halk arasında kırmızı mektep olarak anılmaktadır.

Fener’de, patrikhanenin arka sokaklarında, tepede bir yerde. Dik mi dik bir yokuş, sonra da dik mi dik bilmem kaç basamak daha çıkmanız gerekir. Fener Rum Lisesi’nden bahsediyorum. Yılların yorgunluğuyla Haliç’i izleyen ve her yerden rahatlıkla görülebilen kırmızı, kuleli, büyük bir bina. 

Haliç’ten geçerken görenler genelde burayı Fener Rum Patrikhanesi sanır. Ben de öyle sanmıştım. Binanın önündeki dik Sancaktar yokuşunu çıkıp binanın önüne geldiklerinde, “İstanbul / Fatih Özel Fener Rum Lisesi” yazısını gören meraklı vatandaş önce yanlış geldiği ve yanıldığı için kızar kendisine, çıktığı dik yokuşu söylenerek iner. 2009 yılında aynı şey benim de başıma gelmişti. Fener Rum Patrikhanesi sanmış ve içeri girebilecek kapılar aramıştım.


Fakat burada insanları çeken bir şey var ki etrafında birkaç tur atmış, arkasında bulunan Mesnevihane ve Camisinin minaresiyle okulun kulesini aynı kare içinde almak için bir hayli fotoğraf çekmiştim.

Okulun tarihi İstanbul’un fethinden önceye kadar gidiyor. Fetih öncesinde “Patrikhane Akademisi” adıyla hizmet veren okulda fetih sırasında eğitim durmuş. 1454’te Fatih Sultan Mehmet’in Patrik Genadios Sholarios ile görüşmesiyle “Fener Rum Mekteb-i Kebiri” adıyla yeniden eğitime başlamış. Okul genelde patrikhane çevresinde ve İstanbul’un muhtelif semtlerinde eğitim verirken 1883te bugünkü binasına taşınmış. Akademik din eğitimi veren okul 19. yüzyılda bugünkü halini almış.

Bab-ı Âli tercümanlarının, bürokratların, Eflak ve Boğdan voyvodalarının yetiştiği okulun ilkokul bölümü 1963'te öğrenci yokluğu nedeniyle kapatılmış. Yine. Öğrenci azlığı nedeniyle, aynı sokakta bulunan Yuvakimyon Rum Kız Lisesiyle birleştirilerek, karma sistem uygulanmaya başlanmış. Yuvakimyon bugün hala Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı.


Sancaktar Yokuşu sonlarına doğru nefes nefese ulaştığımız ”Kırmızı Mektep” fotoğraflarını dışarıdan çektikten sonra, tırmanmaya devam ediyoruz. Bir süre sonra da Mesnevihane Camisi’ne ulaşıyoruz. Kapılar kapalı, gezme ve görme olanağımız yok.

Geri dönmek için Sancaktar Yokuşu’nu değil de Rum Lisesi’nin arka cephesindeki ara sokağı tercih ediyoruz. Ediyoruz çünkü, 3 020 m2 lik bir alana sahip olan Fener Rum Lisesi eteklerinde ”Kanlı Kilise” olarak bilinen küçük bir kilise bulunmaktadır. Görüp, fotoğraflarını çekebilir miyiz? Diye dolanıyoruz ama çabalarımız boş çıkıyor. Liseden uzaklaştıkça görülebilen kubbesinin fotoğrafını çekmekle yetiniyoruz.

Fener’de Bir Kanlı Kilise

İstanbul Haliç manzarasının ayrılmaz bir parçası olan Fener Rum Lisesinin oldukça büyük avlusunun eteklerindeki küçük bir kilisenin, tarih boyunca enteresan olaylara tanıklık etmiş olduğunu öğrenmiştim geziye çıkmadan önce.

Bizans döneminden günümüze kadar ayakta kalan ve hala kilise olarak korunan tek kubbeli kilise olan Kanlı Kilise; halk arasında Moğolların Meryemi Kilisesi adıyla da anılırmış. Onu diğerlerinden farklı kılan ise kuşkusuz hikâyesiydi.

Fener Rum Lisesi’nin bulunduğu bu yere ilk olarak 7. yüzyılın başlarında, Bizans İmparatoru Maurikios, kızı prenses Sopatra ve arkadaşı Eustolia için, İstanbul’un beşinci tepesinde bir manastır inşa ettirmişti. Ancak Dördüncü Haçlı Seferinin ardından kurulan Latin İmparatorluğu sırasında manastır yıkılmıştı.

1261’de şehri yeniden ele geçiren Ortodoks’lar, o sıralarda artan Anadolu’daki Moğol akınlarına karşı önlem olarak 1281’de, imparator VIII. Michael’ın gayrimeşru kızı Maria Despina Palaiologina’yı Moğol imparatoru Hülagü’ye, drahoma olarak ve çeşitli hediyelerle gelin olarak yollamışlardı.


Güçten düşen İmparatorluğun düşmanlarını engellemenin en iyi yolu, düşmanınla kız alıp vererek akrabalık kurmak ve daha fazla ilerlemesini engellemekti. Ancak Maria Palailogos henüz yolda iken Hülagü ölüverir.

Hülagü ’nün ölümü, üzerine babasının yerine tahta geçen oğlu Abhaka ile evlenmek zorunda kalan talihsiz Maria, Abhaka’nın da zamansız ölümü üzerine İstanbul’a döner ve bugünkü manastırı yaptırarak rahibe olur. Bu nedenle kilisenin adı Panaghia Muchliotissa olarak anılmaya başlanır. Muchliotissa Moğolların anlamına gelir.

İstanbul Müslümanlar tarafından ele geçirildikten sonra Fatih tarafından verilen üç günlük yağma sırasında, özellikle Fener bölgesinde çok şiddetli çatışmaların yaşanır İstanbul’un en dik yokuşu sayılan bu kilisenin civarında bolca akan Ortodoks kanı Haliç’e karışmış ve bu nedenle kilisenin bir diğer ismi Kanlı Kilise olarak kalmıştı.

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi

İstanbul Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi, 6. yüzyıldan itibaren, Hristiyanlık dünyasındaki din tartışmalarının önemli bir kesimini oluşturan Ortodoksluğun da merkezidir.

İstanbul’un fethinden sonra, gayrimüslim olan toplumların yaşayışına dair düzenlemeler, Fatih Sultan Mehmet’in çıkardığı fermana bağlanmış, böylece Fener Rum Patrikhanesi'nin de yasal statüsü süreklilik kazanmıştır.

Patrikhane, 1602’de Fener’de bulunan Ayios Yeoryios Manastırı’na yerleşmiş ve bu tarihten sonra faaliyetini burada sürdürmüştü. II. Mehmet’in çıkardığı fermanla statüsü saptanan Rum Ortodoks patrikleri, cemaatlerinin evlenme, cenaze gibi adetlerini özgürce uygulayabilmesini denetlemişlerdi.

Bir vezir statüsünde kabul edilen Patrik, kendisine divanda yer verilmesinin yanı sıra, maiyetindeki diğer yöneticiler ile birlikte her türlü hizmet ve vergiden muaftı.

Rum cemaatine dair konuların görüşüldüğü meclise başkanlık eden patrik, hukuki ve cezai işlerde tam yetkili idi. Böylece patrik, Rum Ortodoks toplumunun tartışmasız lideri olarak, Bizans dönemindeki haklarından fazlasına kavuşmuştu.


Rum Ortodoks kiliseleri üzerinde simgesel bir otoritesi olan İstanbul Patriği, 6. yüzyıldan beri “Ekümenik Patrik” sıfatıyla dünyadaki tüm Ortodoksların ruhani lideri kabul edilmişti.

1856 Islahat Fermanı ile patriklerin yetkileri, dinî konularla sınırlanmış, seçim usulleri gözden geçirilmiş ve görev süreleri ömür boyu kılınarak sorumlu oldukları davalardaki yetkileri de genişletilmişti.

Lozan Antlaşması’yla, Cumhuriyet döneminde patriklerin tüm ayrıcalıkları kaldırıldığı gibi Türkiye Cumhuriyeti uyruğunda bulunmaları koşulu da getirilmişti.

Hizmet binasının 1941’de yanması üzerine, 1989’da Yüksek Mimar Aristidis Pasadeos nezaretinde başlatılan onarım çalışmaları 1991’de tamamlanmıştı. Patrikhane, faaliyetini hâlen yeni binasında yürütmektedir. Şu andaki Patrik I. Bartholomeos’tur.


BALAT İSTANBUL

Haliç kıyısında, Ayvansaray ile Fener arasında yer alan Balat'ın adı, Rumca saray anlamına gelen ''palation'' kelimesinden gelmekte olup, surlardaki Blaherna Sarayı'na yakınlığından ötürü semt bu adla tanınmıştır. 

İstanbul Suriçi’nde yer alan Ayvansaray’ı ilk kez 2009 yılında keşfetmiş ve tarihini öğrenmeye çalışmıştım. 

Anlamıştım ki Ayvansaray, Balat ve Fener üçlüsü bir bütün oluşturmaktadır. Birlikte incelenmediklerinde bilgiler yetersiz kalacaktı.

Üç imparatorluğa 1600 yıl başkentlik yapmış kimliğiyle İstanbul dünyanın en derin kültür kentlerinden biriydi. 

Klasik, Helenistik ve Erken Roma dönemlerinin izlerine pek rastlanmasa da Bizans, Doğu Roma ve Osmanlı dönemleri açısından çok güçlü kalıntılara sahipti. 

Bir o kadar önemli olan bir yerleşim yeri de Balat olmuştu. Balat, özellikle İstanbul Musevileri açısından tarihi önem taşımaktaydı.

İstanbul’un fethinden sonra kente getirilen Makedonya Musevileri ile İspanya’dan göç edenler bu semte yerleştirilmişlerdi. 

Balat, burada yaşamış küçük bir Ermeni cemaatinin varlığıyla birlikte Bizans döneminden beri Musevilerin yaşadığı semt olmuştur.

19. yüzyıla kadar, Balat’ın modern mimariye dudak ısırtan nizami, geometrik sokakları gemiciler, denizciler mekânıydı.

1894 yılındaki depremin ve semtin yapısını derinden etkileyen yangınların ardından, semtin nüfus yapısı da büyük değişikliğe uğramıştır.

19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren semtin en zengin kesimi buradan ayrılarak, bugün de Hahambaşılık ve önemli sinagogları da içeren Galata’ya taşınmıştı.

Yirminci yüzyılda, özellikle İsrail devletinin kurulmasından sonra, Balat nüfusunun yaklaşık dörtte biri Balat’tan ayrılmış, Balat’taki Musevi cemaati neredeyse bitme noktasına gelmişti.

Karadeniz Bölgesi ve özellikle Kastamonu’dan gelen yeni göç dalgası semtin çehresini büyük ölçüde değiştirmiş, 1984 yılında sahil bandının yıkılmasıyla semt tamamen kaderine terk edilmişti.

2005 yılında Fatih belediyesinin hazırladığı kentsel dönüşüm ve ''Tarihi SİT Alanı'' gerekçesiyle binaların, çok ağır yaptırımlar nedeniyle, basit onarım yapılmasına bile izin verilmemiş, adeta çökmesine yol hazırlanmıştı.


19 Ocak 2014 Pazar, Balat...


Göktürk'teki Musevi kökenli komşumuz Yakup Bey ile eşi Luiza Hanım, çocukluk ve gençlik dönemlerini Balat’ta geçirmişlerdi. 

Balat’ta birlikte büyümüşler, arkadaşlıklarını evlilikle taçlandırmışlardı. Birçok yönüyle bölgeyi tanımak için Yakup Bey ve eşi Luiza Hanım en iyi kaynaktı. 

Eşimin de bu üçlü bölgeyi ısrarla görmek istemesi üzerine Yakup Beyden bize rehberlik etmesini rica ettik. 19 Ocak 2014 Pazar günü saat 14.00 de Haliç kıyısındaki Balat Or-Ahayim Hastanesi’nin otoparkında buluştuk. 

Özel Balat Or-Ahayim Hastanesi ve yaygın olarak Balat Musevi Hastanesi, İstanbul’da eskiden Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı Fatih ilçesinin Balat semtinde Türk Yahudileri tarafından kurulan bir hastanedir diyor rehberimiz Yakup Bey.

Hastane. Balat semtinde yaşayan ve ekonomik nedenlerle yeterli sağlık hizmeti alamayan tüm kişilere hizmet etmek için, başlangıçta bir sağlık ocağı olarak, 1898 yılında Osmanlı padişahı II. Abdülhamit’in fermanıyla kurulmuş. 

116 yıllık bir geçmişi olduğundan söz eden Yakup Bey, Balat Or-Ahayim Hastanesinin temelinin 19.yüzyılın sonlarında dönemin Türk Yahudi cemaati liderleri tarafından atıldığını ekliyor bilgilerimize.

İki yılı süren inşaatın ardından 1898’de “Hayatın Işığı” anlamına gelen Or-Ahayim Balat Sağlık Ocağı adıyla hizmete açılmış. Sağlık ocağı olarak başlayan Balat Or-Ahayim Hastanesi, zaman içinde gelişerek İstanbul’un en köklü sağlık kurumlarının içinde yer almış.


Birlikte hastane çevresini dolaştıktan sonra bahçesine giriyor ve fotoğraflar çekiyoruz. Ardından, Ayvansaray bölgesindeki Panalyo Bihoherno Ayazmasına ulaşmak istiyoruz. Kutsal Su pınarları olarak tanımlanan Ayazmalar, aynı zamanda şifalı su kaynakları olup, Anadolu’nun birçok yöresinde bulunmaktadır.

Sokak’taki ayazma 450 – 457 yılları arasında İmparator Marcianos tarafından yaptırılmış. Panalyo Ayazması, Bizans döneminde, Tekfur Sarayı’nın ayazmasıydı. Geniş ve bakımlı bir bahçeye sahip olup, yalnız Hristiyanların değil birçok Türk’ün de şifa bulmak için ziyaret ettiği bir yer olarak biliniyor.


Ayazmadan ayrıldıktan sonra, rehberimiz Yakup Beyin arkasından Mahkeme Altı Caddesi ile Mahkeme Altı Parkı’na ulaşıyoruz. Surların üzerinde, Haliç'e hakim konumdaki parkta bir çayhane ile konukların soluklanabileceği banklar, çay ve meşrubat servisinin yapıldığı masa ve sandalyeler de bulunuyor. Çay içerek bir süre soluklandıktan sonra Balat sokaklarına giriyoruz..

Rehberimiz Yakup Bey de Balat anılarını anlatmayı sürdürürken, kulak misafiri olan bir beyefendi ki yaşının 70 ve doğma büyüme Balatlı olduğunu söyleyerek sohbetimize katılıyor.

Balat’ın bir açık hava müzesi olduğunu, parkeli sokakları ve yokuşlarını her gün binlerce turistin görmeye geldiğini anlatıyor. Genelde yaya olarak, fotoğraf çekmeye meraklı misafirler olarak tanımlıyor gelenleri. Yoğun bir gezgin potansiyeli nedeniyle, Balat’ta turistik amaçlı hizmet veren lüks, tarihi ve otantik restoran, çayhaneler açılmış cadde ve sokaklarında.


Ayvansaray-Balat-Fener üçlüsünün bulunduğu bölgedeki binalar bir ile dört katlıdır. Bunların yarıdan fazlası 1930 öncesi yıllarda inşa edilmiş olup semtin özgün karakterini oluşturuyorlar. 1930-1950 yılları arasında yapılan binalar ise bu mimari karakteri devam ettirmekle beraber dönemin özelliklerini de yansıtmaktadır. 1950 sonrası yap-satçıların inşa ettiği betonarme apartmanlar semtin kimliğine bir miktar gölge düşürmüş olsa da semt hala görülmeye değer tarihi bir müze gibidir.

Dogma büyüme Balatlı olan beyefendinin bu bilgilerinden sonra Ferruh Kâhya Sokağa geçiyoruz. Balat Camii olarak bilinen Ferruh Kethüda Camisi’ni geçiyor ve Çavuş Hamamı Sokağa giriyoruz.

Çavuş Hamamı Sokakta Balat Çavuş Hamamı bulunuyor. Fatih Sultan Mehmet dönemine ait olduğu sanılıyor. Süsleme sanatının hiçbir özelliği bulunmayan hamam, yüksek pencereli dikdörtgen yapılıdır. Zemini mermer döşeli içi olup, havuz şeklindeki kurnası ile hiçbir hamamda görülmeyen mimari özellikleri dikkat çeker. 1871 yılında düzenlenmiş nizamnameye göre birinci sınıf hamamlar arasında yer alır. İstanbul’un en eski hamamıdır.

Hamamı geçiyor ve Kamış Sokaktaki Balat Surp Hireşdagabet Ermeni Kilisesi’ne ulaşıyoruz. Kapısını yokluyor ziyaret edebilir miyiz diye bakıyoruz. Ziyarete açık olduğunu görüyoruz ve içeri giriyoruz.

Ayia Strati adlı bir Rum Kilisesi 17.Yüzyıl başlarında terk edilince, Patrik I.Zakarya döneminde gerçekleştirilen onarımdan sonra, 1627-1635 tarihlerinde bir Ermeni Kilisesi olarak hizmete açılmış. Önceleri ahşap olarak inşa edilmiş kilisenin günümüzdeki kâgir yapısının 1835 tarihli olduğunu öğreniyoruz.

Kilise, çevresinde bulunan ayazma ve birçok şapel ile bir külliye içinde yer almaktadır. Batıya açılan dört pencere ile aydınlatılan, yapıya göre daha geniş bir narteksin üzerinde koroya tahsis edilmiş bir galeri katı yer alıp, Naos üç neflidir. Daha yüksekte yer alan 5 pencere, yanlarında şapeller olan “tas” ve nefleri aydınlatılmaktadır.

Surp Hireşdagabet Ermeni Kilisesi’nin bir vakıf olup, bu vakfa ait Khoren Mektebi ve mezarlığının olduğunu öğreniyoruz. Khorenyan İlkokulu, 1831’de Surp Hireşdagabet Ermeni Kilisesi’nin yanındaki taş binada eğitim-öğretime açılmıştır. İlk yıllarda 80 olan öğrenci sayısı, 1920’lerde köylerden İstanbul’a gelen yetim kız çocuklarla birlikte 550’ye yükselir. 1925’te çıkan yangının ardından, okul, faaliyetine bir süre kilisenin bahçesindeki ruhban okulunun ahşap binasında devam eder. Yanan ve boşaltılan okul binası ise şahıslara kiralanır ve tütün fabrikası olarak kullanılmaya başlar.


1990’ların sonunda, bu bina sabun fabrikası olarak kullanılmış. ‘Küçük Khorenyan’ olarak anılan ruhban okulu ise, 1940’larda Balat ve çevresinde yaşayan Ermenilerin başka semtlere taşınması nedeniyle öğrenci kaybetmeye başlamış, 1976-77 eğitim-öğretim yılında öğrenci sayısının dörde düşmesi sonucunda faaliyetine son vermiştir. Okulun binası bir süre kimsesiz yaşlılar için barınak olarak kullanılmış, Nisan 1994’te çıkan yangınla yok olmuş.

Bir açık hava müzesi olan Balat ve çevresindeki birçok tarihi bina yıkılmış ya da yıkılmak üzeredir. UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınan Fatih İlçesi, “Yenileme” adı altında imara açılmış, bu durum korkunç bir yıkıma yol açacak diyor Balatlılar.



İSTANBUL AYVANSARAY

 

İstanbul Tarihi Yarımada’da yer alan Ayvansaray’ı ilk kez 2009 yılında keşfetmiş ve tarihi yapısını öğrenmeye çalışmıştım.  Mahalleyi saran surların dışında, insanın içini açan muhteşem bir çevre düzenlemesi vardı. Surların içinde kalan mahalleye girdiğimde ise Kültür Mirası olarak ilan edilen tescilli yapıların yıkılmak üzere olduğunu görmüş ve üzülmüştüm.

Bölge Tüm Dünya Kültür Mirası listesinde olduğundan, mal sahipleri ve kiracılar tarafından bakım onarım da yapılamıyordu. Bazı antik evler yok olmak üzereydi. Yasalarda ya da uygulayıcılarda bir terslik olmalı diye düşünmüştüm. Hiç olmazsa buradaki kültürel mirasımızın fotoğrafları arşivime girsin diyerek, onlarca fotoğraf çektim 2009, 2011 ve 2014 yıllarında.

Üç imparatorluğa 1600 yıl başkentlik yapmış kimliğiyle İstanbul dünyanın en derin kültür kentlerinden biriydi. Klasik, Helenistik ve Erken Roma dönemlerinin izlerine pek rastlanmasa da Bizans, Doğu Roma ve Osmanlı dönemleri açısından çok güçlü kalıntılara sahipti. Bir o kadar önemli olan bir yerleşim yeri de AYVANSARAY bölgesiydi.

Roma’nın geç dönemlerinde Konstantinopolis’ten bağımsız bir yerleşim olan Blakherna, günümüzdeki Ayvansaray’ı içine alıyordu. Atikmustafapaşa, Karabaş, Türk Mahallesi ve Abdülvedüd Mahallelerinden meydana gelen AYVANSARAY ve yakın çevresinin Antik dönemdeki adıydı BLAKHERNA.

İstanbul’un altıncı tepesinin sırtını ve Haliç’e doğru inen eteğini kapsayan ve Trak yapımı olduğu sanılan bölgede; avlulu küçük saray, Yunan Mitolojisi ‘ndeki su, orman ve dağ perileri olan nymphlere adanmış iki katlı anıtsal çeşme, İmparator Tiberius zamanında yaptırılan bir hamam, tiyatro, oyun sahası, ahşap bir köprü, beş özel hamam, bir kamu ve bir özel fırın ile beş adet ekmek dağıtım yeri bulunmaktaydı. 

Sonradan birkaç toplantı salonu ile Blakherna Kilisesi ve Ayazması inşa edilmişti. Bunlardan, bugünkü İvaz Efendi Camisi’nin üzerine kurulduğu sanılan Anastasios Toplantı ya da Taht Salonu önde gelenlerdendi ki Anemas Zindanları da buradaydı.

Türkiye’de ‘’Kentsel Dönüşüm’’ ve dönüşümle birlikte ortaya çıkan yenileme çalışmaları, 2000 yılından sonra hız kazandı. Temel amaç, kentlerin eski yerleşim alanlarını ve kültürel mirasını korumaktı. Oysa amaçlanan yerine rant ağır bastı ve kültürel miraslarımız aralıklarla yok edildi. Yok edilmeye de devam ediyor. Nitekim Ayvansaray ’daki Türk Mahallesi bunlardan biridir.

Millennium İstanbul Golden Horn Oteli

Ayvansaray Kuyusu Sokağı ile Toklu İbrahim Dede Sokağı arasında kalan 19 dönümlük alan Ayvansaray’ daki Türk Mahallesi’ni oluşturuyordu. Dünyaca ünlü otel zinciri Millennium Hotels & Resorts’un Türkiye'deki ilk oteli Millennium İstanbul Golden Horn Oteli Mayıs 2018’de burada hizmete girmişti.

Yatırımcıları tarafından 18 yıllık süre zarfında Türk Mahallesi içindeki 95 adet tarihi ahşap köşk satın alınmıştı. Eski haline birebir bağlı kalarak 33 köşkü yeniden inşa ettiklerini iddia etseler de Türk Mahallesi’nin 2009, 2011 ve 2014 yıllarındaki durumunu fotoğraflamış biri olarak, mahalle konsepti yok edilmişti. Türk Mahallesi betona gömülmüştü. İzin verilmediği için, Otel bölgesine girip fotoğraflama olanağı bulamadım. 

Panayia Vlaherna Ayazması

Otelin yanından geçerek, yaklaşık 100 metre sonra Panayia Vlaherna Ayazması Meryem bahçesine giriyorum. Kutsal Su pınarları olarak tanımlanan Ayazmalar, aynı zamanda şifalı su kaynakları olup, Anadolu’nun birçok yöresinde bulunmaktadır. Burasını 2009, 2011 ve 2014 yıllarında ziyaret etmiştim.

Panalyo Ayazması, Bizans döneminde, Tekfur Sarayı’nın ayazmasıydı. İstanbul’da Meryem Ana adına yapılan en önemli kilise olduğu bilinmektedir. Efsaneye göre 5. Yüzyılda Kudüs’ten gönderilen Meryem Ana’nın kutsal elbisesi burada saklanmaktaydı. Kilisenin kuruluşu da aynı yüzyıla tarihlenmektedir. Kilise, zamanında o kadar büyüktü ki, çalışan sayısının 74 olduğunu belirten kaynaklar bulunmaktadır.



M.S. 450-457 yılları arasında İmparator Marcianos tarafından yaptırılan Ayvansaray Panalyo Bihoherno Ayazması geniş ve bakımlı bir bahçeye sahip. Ayazma sadece Hristiyanların değil aynı zamanda Müslümanların da şifa bulmak için ziyaret ettiği bir yer olarak biliniyor. 

Kilise, 8. Yüzyılda yaşanan, kiliselerde yer alan tüm insan şeklindeki dini figürlerin parçalanması ve bu figürleri kullananlara ağır cezaların verildiği anlamında kullanılan İkonoklazm döneminde ikona severlerin kalesi konumuna gelir. İkonoklazm dönemi bittiğinde ilk kutlama burada yapılır. Çünkü şehrin koruyucusu Meryem Ana ikonası bu kilisede korunmaktadır. 

Kutlamada kullanılan ikonada Meryem Ana tam boy olarak cepheden görünür. Elleri iki yana açılmış, göğsünde bir madalyon ve madalyonun içinde de çocuk İsa bulunmaktadır. Bu tür Meryem Ana tasvirlerinin hepsine ikonografide Blakherna Meryem’i denilmektedir.

Meryem Ana ikonasının şehrin koruyucusu haline gelmesinin nedeni, 626 senesinde Avarlar tarafından kuşatılan şehrin kuşatıldığı bir cuma günü Meryem Ana ikonasının surlarda dolaştırılmasıdır. Hala 7 Ağustoslarda bu olayın adına bu kilisede ayin düzenlenmektedir.

Kilise, İstanbul’un fethinden kısa bir süre önce içindeki kutsal emanetlerle birlikte yanar. Ortodoksları büyük önem verdiği Ayazma yenilenir ve 1867 yılında Rum Ortodoks Kürkçüler Loncası burayı satın alır. Ayazmanın üzerine yeniden küçük bir kilise yaptırılır.

Ayazma gezip, fotoğraflarını çektikten sonra, yaklaşık 800 metre güney-batıda bulunan Tekfur Sarayı Müzesine ulaşmak istiyorum. Dervişzade Sokak ve Şişhane Caddesi rotasını seçiyorum. Bu rota üzerinde Anemas Zindanları, Emir Buhari Tekkesi, Kazasker İvaz Efendi Camii, Eğrikapı Çeşmesi, Avcıbey Camii, Hz. Şu’be Türbesi ve Hatice Sultan Camii bulunmaktadır.

Anemas Zindanları

İstanbul’un Bizans döneminden kalan en büyük ve önemli anıtlarının Surlar olduğu kolaylıkla söylenebilir. Kenti çepeçevre saran bu görkemli anıtlar, eskiden olduğu gibi günümüzde de Bizans’ın gizleriyle doludur.

Surların kendileri ve yakın çevreleri Bizans'ın önemli anıtsal yapıtlarının kalıntılarıyla doludur. Bugün bile Surların değişik yerlerinde, Anemas Zindanlarında olduğu gibi, çeşitli yerleşim birimlerine rastlamak mümkündür.

Anemas Zindanları, Blakherna Saray kompleksinin bir parçasıydı. Bizans döneminden İstanbul’da kalan tek yer altı zindanı olmasının yanı sıra yer altı tünelleri, dolambaçlı sarnıçları ve son derece dar işkence odaları ile kural dışı özelliklere sahip olduğu bilinmektedir. Mahzenler ve kuleler genişçe bir kompleks oluşturur. Geçmiş yıllarda, Anemas Zindanı denilen tonozlu hücreler, tarihi filmler için plato olmuştur.

Üstünde 16. yüzyıl sonlarında inşa edilen İvaz Efendi Camii'nin bulunduğu terasın önünde bulunan bitişik kulelerden birine Anemas, diğerine İsaak Angelos Kulesi denilmekteydi.

İvaz Efendi camisinin yapıldığı terastaki çukurdan, bir merdivenle aşağıya inilmektedir. Buradaki bir kapıdan, bu zindanlara girilir. Kıvrılarak inilen bir koridordan sonra, 60-70 metrelik geniş bir koridorun başına gelinir. Burada, surlardaki mazgallardan içeriye ışık vurur ve dramatik bir görüntü ortaya çıkar.

Bu koridorun üstünde kemerli kapılarıyla yan yana hücreler sıralanır. Bizans imparatorluğunda görev yapmış bir komutan olan Arap asıllı “Anemas”  ismiyle anılan bu zindan 60 metre uzunluğunda olup, yer yer 15 metre genişliğe kadar ulaşır.

Emir Buhari Tekkesi 

Ayvansaray’da, Anemas zindanları üzerindeki kaçak 17 gecekondunun yıkılması sonrasında Emir Buhari Tekkesi’ nin temel kalıntıları ortaya çıkmıştı. Tekke kalıntılarının bulunduğu yere bir mescit ve yanında bulunan haremlik bölümüne ise ney sanatının icra edildiği bir yapı inşa edildi.

Bu yapı tam adıyla Emir Buhari Şeyh Ahmet Nakşibendi Dergâhı olarak tanınmaktaydı. Sonraki yıllarda kullanımına göre Şeyh Selim Tekkesi adını almıştır. Mescit şeklindeki Semahane Blakherna Sarayının tonozları üzerine inşa edilmiştir. Sultan II. Beyazıt ve Yavuz Sultan selim dönemlerinde yaşamış olan Emir Ahmed Buhari, adından da anlaşılacağı üzere aslen Buharalıdır. Peygamber sülalesinden geldiği söylenir.

Buhara’dan Anadolu’ya hocası Abdullah İlahi ile beraber göç etmiş olan Emir Buhari Kütahya’nın Simav ilçesine yerleşir ve burada 6 yıl yaşar. Daha sonra Hacca gider. Hac dönüşünde İstanbul’ a yerleşir. İstanbul’da kaldığı dönemde Şeyh Vefa Hazretleri ile temasları olur. Hocası Abdullah İlahi ile birlikte o tarihlerde boş olan Zeyrek Camiinin medresesine yerleşirler. Verdikleri eğitimle o dönemde İstanbul’da meşhur olurlar.

Abdullah İlahi Evrenos oğullarının daveti üzerine Vardar Yenicesi’ne gidince medrese Emir Buhari’ye kalır. Daha sonra Ayvansaray’ daki bu binaya geçer ve burada eğitim vermeye başlar. 1516 yılında vefat edince Cibali Üsküplü Caddesine defnedilir.

İstanbul Ayvansaray’da 16. yüzyılda inşa edilen Emir Buhari Tekkesi’ nin restorasyonu sırasında, tarihi 5. yüzyıla dek uzanan Bizans Blakherna Saray Kompleksi kalıntılarına zarar verildiği ortaya çıktı.

Kazasker İvaz Efendi Camii

Anemas Zindanları ve Blakherna kalıntıları üzerine inşa edilen Cami, 1585 yılında Eğrikapı kara surlarına cepheli olarak Kazasker İvaz Efendi tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Cami 208 metrekarelik bir alan üzerine oturtulmuş olup, avlusunun büyüklüğü 1900 metrekare civarındadır.

Surlara paralel olarak Haliç’e doğru uzanan kemerli ve tonozlu uzun dehliz olan Anemas Zindanları, üst ucu İvaz Efendi Camii’nin avlusunun altında uzanmaktadır.

Şadırvanı ve eskiden kalma şadırvan kalıntıları bulunmayan cami, mimarisi bakımından çağdaşı olan mimari eserlerden farklıdır.  Mihrap kısmı dışarıya taşan kare şeklindeki caminin üç tarafındaki cephelerinde ince ahşap direklere oturan, öne meyilli ahşap çatılara sahip “U” biçiminde sakaflar bulunuyordu. 1950'li yıllara kadar görülen bu elemanlar günümüzde bulunmamaktadır.

Bu ölçülerdeki ibadethanelerin sahip olması gereken üç veya beş bölümlü son cemaat yeri İvaz Efendi Cami’de bulunmamaktadır. Son cemaat yeri olarak sadece sağdaki revak kullanılmaktadır, bu sebeple kıble duvarı köşesine ve dışa çıkıntılı yapılan minarenin kürsü kısmında küçük bir mihrap bulunur ve bu alışılmış bir uygulama değildir.

Eğrikapı Çeşmesi

Ayvansaray kara surlarındaki Eğrikapı’dan içeri girişte, Şişhane Caddesi üzerinde bulunan çeşme, klâsik bir duvar üzerinde kaş kemer çeşmesidir. İkisi merkezi kemerin içinde, diğer ikisi dışında olan dört ayrı daire yayından meydana gelen kaş kemere “Dört merkezli kemer” adı da verilmektedir. Kemerin sağ ve sol kollarında, birisi içbükey, diğeri dışbükey olmak üzere ikişer yay bulunur. Basık sivri kemerli nişi içinde kaş kemerli bir tas yuvası var. Yine üzerinde kaş kemer motifi bulunan ayna taşının yarısı kaldırım altında kalmış. Dolayısıyla teknesi de yok olmuş. Banisi ve yapım tarihiyle ilgili bir bilgi yok. 

Tekfur Sarayı

Edirnekapı ile Eğrikapı arasında, İstanbul kara surlarına bitişik inşa edilen ve Türk kültür tarihinde “İmparatorluk Evi” adıyla da bilinen Tekfur Sarayı, köklü bir geçmişe sahiptir. Bizans imparatorlarının 12. yüzyıldan itibaren sürekli kullandıkları Bizans İmparatorluk Sarayı kompleksinin bir parçası olarak varlığını kalıntılarıyla devam ettirmiştir.

Tekfur Sarayı, Bizans İmparatorluk saraylarının son ihtişamlı devrinde imparatorlar tarafından kullanılan saraylar arasında yer aldı. Çevresine hâkim bir mevkide, şehir burçlarının muhafazası altında bulunan bu tarihî bina, eski kaynaklarda Blakherna saraylarının “yüksek bir saray” olarak adlandırıldıkları parçalarından biridir.



Muhtemel bir isyana karşı imparatorların korunması için ideal bir konumda bulunuyordu. İstanbul’a 57 sene süren Latin istilasında, Tekfur Sarayı ve çevresindeki diğer imparatorluk yapılarının neredeyse tamamı yakılıp yıkıldı. Binaların çatı kaplamasındaki kurşunlar dahi eritilerek Venedikli tüccarlara satıldı.               

Restorasyondan önce çatısız boş bir yapı olarak görülen Tekfur Sarayı'na Türklerin bu adı vermelerine karşılık, yabancılar ilk zamanlar «Palatium Constantini», daha sonraları «Constantine Porphyrogenitus» olarak adlandırmışlardı. Osmanlıların bu sözcüğü Bizans dilindeki Takiro' dan, Tekvir ve giderek Tekfura dönüşmesiyle elde ettikleri sanılıyor.

Yaklaşık bin yıllık tarihî serüveni esnasında pek çok kez tamirat gören Tekfur Sarayı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2006 yılında ilk adımını attığı bir dizi çalışmanın ve titizlikle yürütülen restorasyon sürecinin ardından müze olarak ziyarete açıldı. Osmanlı döneminde cam ve çini atölyesi olarak da kullanılan saray, burada üretilen nitelikli eserlerle haklı bir şöhrete kavuşmuştur. Restorasyonun ardından bu şöhrete yaraşır şekilde; atölyelerinde üretilen çini, cam ve çömlek örneklerinin sergilendiği müstakil bir müze olarak şehrimize kazandırılmıştır.

Atik Mustafa Paşa Camii (Hazret-i Cabir Camisi)

Ayvansaray Caddesi’nden girdiğim Çember Sokak üzerinde, sol kolda bulunan Atik Mustafa Paşa Camii ya da Kristos Pantepoptes Kilisesi Orta Bizans döneminden kalma bir yapıdır. Bu eski Doğu Ortodoks kilisesi Osmanlılar tarafından dönüştürülmüş ve şu anda mahalle camii olarak hizmet vermektedir.

Bazı kaynaklara göre caminin yerinde 9 yüzyıldan kalma “Aya Tekla Kilisesi” varmış. Bu kilise İmparator Theophilus'un en büyük kızı Prenses Thekla ‘nın Petrus ve Markus adındaki azizler adına yaptırılmıştı. Surlarla bu kilise arasındaki mahallenin ismi de “Tekla” kelimesinden türetilerek “Toklu Dede” olarak kullanılmaktadır.

Kısa kollu, Bizans Haçı planlı ve merkezi kubbeliydi. Doğu yönünde, dışa doğru çıkıntı yapan üç apsis bölümü vardı. Sol yanda sonradan yapılmış ve bakımlı bir avlu görülüyordu. Duvar örgü biçimi, taş ve tuğra sıralamaları Bizans mimarisini hatırlatıyordu. Kilise camiye çevrildiği ilk yıllarda “Atik Mustafa Paşa Camisi” olarak bilinmesine rağmen, sonradan adı “Hazret-i Cabir Camisi” olmuştur.

Hz. Muhammed’in sahabelerinden “Cabir Hazretlerinin” mezarına bağlanmaktadır. Atik ya da Koca Mustafa Paşa diye bilinen Sadrazam Sultan II. Beyazıt döneminde, 1490 yılında bu kiliseyi camiye dönüştürmüştür.

İç mekânında büyükçe bir sanduka bulunan caminin minaresi sağ ön köşededir. Camilerin içinde, genellikle mezar geleneği yoktur. Bu mezar sahabeler den Hz. Cabir’e aittir. Caminin ön kısmındaki dar sokak üzerinde bulunan çeşme, Ahmet Ağa tarafından 1682 yılında yaptırılmıştır.

Aya Dimitri Ortodoks Kilisesi

Balat yönünde, sahil yolunun hemen iç kısmındadır. Kilisenin 19 yüzyılda yenilenmiş haliyle günümüze ulaşan, 13 yüzyılda yapılmış bir eski Doğu Roma kilisesi binasıdır. Kilise camiye çevrilmeden önce, 1597-1601 yılları arasında, Sultan III. Mehmet döneminde, Ortodoks Rum Patrikhanesi olarak kullanılmıştır. 1601 yılında ise, Patrikhane günümüzdeki yerine taşınmıştır. Yapı dikdörtgen, uzunlamasına mekanları ve çatı örtüleriyle, dıştan bakıldığında üçgen gibidir. Çatı örtüleri: düz dam şeklindedir.

Ayvansaray’da Kırkambar sokağında Rum Ortodoks kilisesidir. Balat yönünde, sahil yolunun hemen iç kısmındadır. Bizans devrinde 1204'de Nikolas Kanavis’e ithafen yakınları tarafından inşa ettirildiği ileri sürülen bu yapı 1597-1601 yıllarında Patrikhane kilisesi olarak kullanılmıştır. 1729'da çıkan büyük yangında yanmış ve ertesi sene Patrik II. Paisios zamanında tamir ettirilerek ibadete açılmıştır.

Giriş kapısı üzerindeki kitabeden 1835 'de Patrik Konstantin zamanında yeniden tamir edildiği yazar. Ayrıca Narteks’deki kitabelerde 1933,1946 ve 1960'da onarım gördüğü yazılıdır.

Kilise camiye çevrilmeden önce, 1597-1601 yılları arasında, Sultan III. Mehmet döneminde, Ortodoks Rum Patrikhanesi olarak kullanılmıştır. 1601 yılında ise, Patrikhane günümüzdeki yerine taşınmıştır. Yapı dikdörtgen, uzunlamasına mekanları ve çatı örtüleriyle, dıştan bakıldığında üçgen gibidir. Çatı örtüleri düz dam şeklindedir.

Birbirinden sütunlarla ayrılan üç mekândan, üç nefli bir bazilika planına sahiptir. Erken Hristiyan ve Bizans kiliselerinde apsisin önünde din adamlarının bulunduğu, halkın giremediği kutsal bölüm bema kısmı ana bölümden iki basamak yüksektir. Doğu Ortodoks ve Doğu Katolik kiliselerinde, kilisenin merkezi apsisinin güney tarafında, kilisenin İlahi Hizmetlerinde kullanılan kıyafetlerin, kitapların tutulduğu hücrelerinin kendi apsisleri vardır. Bu üç apsis çıkıntısı dışarıdan yarım yuvarlaktır.