DALİ İLE ÖZDEŞLEŞEN FİGUERES

 


Barselona merkezli bir gezide, Girona kentinden Figueres’e doğru ilerlerken bize, büyüleyici manzaralar ve tarihi yapılar eşlik etmektedir.

Tur otobüsüyle 43 kilometrelik bir yolculuktan sonra, Salvador Dali’nin doğum yeri olan Figueres’e varıyoruz. Rehberimizin verdiği bilgilere göre Figueres, Emporda bölgesinin kuzeyinde yer alan verimli bir ova kasabasıdır. Nüfusu 45.000 civarındadır ve Dali ile özdeşleşmiştir.

Figueres, dünyanın ikinci büyük Dali müzesine ev sahipliği yapmaktadır. Dali, bu müzenin inşaatı ve dekorasyonuyla bizzat ilgilenmiş ve emek harcamıştır. Müze, 1974 yılında açılmış ve Dali tarafından 1980’lerin ortasına kadar sürekli olarak eklemeler ve değişiklikler yapılmıştır.

Dali Müzesi, kendi koleksiyonundan oluşan 4000 eseri barındırıyor. Müzeyi gezerken, Dali’nin sadece sürrealist bir sanatçı olmadığını, takıntılı düşünceler ve dürtüler ile yaratıcılıkla resim ve heykel sanatının birçok türüyle ilgilendiğini görülecektir.

Binanın dış duvarındaki semboller, Dali’nin farklı düşünce biçimini yansıtıyor. Müzenin tepesindeki dev yumurtaların yaşamı ve doğumu, duvarlarındaki ekmeğin de kutsal olanı anlattığını vurguluyordu.

Figueres Dali müzesi, sanatçının eserlerini ve yaratıcılığını keşfetmek için mükemmel bir fırsat olacaktı bizim için.

Figueres, Dali’nin sanatına ve yaşamına dair birçok sırrı içinde barındırmaktadır. Bu nedenle yolculuk, sanatseverler, tarih meraklıları ve benim için de unutulmaz bir deneyim olacaktır.

9 Nisan 2009 Cuma, Figueres...

Yirminci yüzyılın en önemli sanatçılarından ve sürrealizmin, yani gerçeküstücülük akımının temsilcisi Salvador Dali’nin eserlerini 2008 yılı sonlarına doğru SSM Sakıp Sabancı Müzesi’nin ”İstanbul’da bir sürrealist: Salvador Dali” adlı sergisinde izleme olanağı bulmuş ve bilgilenmiştim. 

SSM Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki ”İstanbul’da bir Sürrealist: Salvador Dali” sergisini gezdikten sonra, yapılacak bir Barselona seyahatinde, doğum yeri olan Figueres’e gitmeyi ve Dali Müzesi’ni gezmeyi düşlemiştim. Düşlerim gerçek oldu 2009 yılı Nisan ayında Barselona merkezli bir İspanya turunda.

Figueres, Barselona'nın yaklaşık 140 km kuzeydoğusunda, Rosas Körfezinden içeriye doğru uzanan verimli bir ovanın yer aldığı Emporda bölgesinin kuzeyinde küçük bir kasabadır.

Nüfusu 45 000 civarında olan bu küçük kasaba Salvador Dali ile birlikte anılıyor. Paris’ten sonra dünyanın ikinci büyük Dali müzesine ev sahipliği yapıyor. Tur rehberimizden edindiğimiz bilgiler bunlar.


Müzeye yakın bir yere, Carrer de la Tramuntana’nın kenarındaki otoparka giren tur otobüsümüzden inerek, cadde boyunca yürümeye başlıyoruz. İlk gözümüze çarpan yapılardan birisi bir kilise oluyor.

Rehberimiz Tülay hanım, müzenin tam karşısında yer alan bu kilisenin, Saint Pere bölge Kilisesi olduğunu söylüyor. Sonra da Dali’nin bu kilisede vaftiz edildiğini ekliyor sözlerine. 

10 yaşından itibaren resim dersleri almaya başlayan Dali, klasik resim eğitimi almış. Michelangelo, Velazquez, Picasso ve Matisse’den etkilenmiştir. 

Dali ilk resim sergisini bu kilisenin karşısında bulunan tiyatro binasında sergilemiş, ki bu tiyatro binası günümüzün Dali Müzesi. Aslında kasabanın eski tiyatrosuydu.

İç savaşta Franco’nun bombalarından kurtulmuş ama 1939 yılında yanmış. 1960′da Figueres Belediye Başkanı, yıllar önce Dali’nin ilk sergisine ev sahipliği yapmış ve iç savaşta zarar görmüş olan Belediye Tiyatrosu’nu “Dali Tiyatrosu ve Müzesi” adıyla restore etmiş. 

Dali, 1974′e kadar müzenin inşaatı ve dekorasyonuyla bizzat ilgilenmiş ve bu projeye çok emek ve zaman harcamış. Müze 1974 yılında açıldıysa da, Dali tarafından 1980′lerin ortasına kadar ufak eklemeler ve değişiklikler yapmaya devam etmiş.

Gerçekleştirdiği olağanüstü olaylarla yaşamını da sanat anlayışına katmış Salvador Dali. Gerçeküstücü nitelikteki yapıtları, paranoya ve düşlerin yorumu konusundaki ruh bilimsel çalışmalardan da etkilenerek, Büyülü Gerçekçilik diye adlandırılan bir anlayışa yönelmiş. 



Bu bilgileri edinirken, cadde boyunca biraz daha ilerlemiştik ki kilisenin karşısındaki müzenin çatısında cam kubbesi göründü önce. Müzenin tepesine dev kuşların yumurtladığını sandığımız dev yumurtaların yanı sıra,  Oscar ödüllerini andıran altın renkli mekanik heykellerin dizildiğini görüyoruz. Düşsel bir sarayı andıran ilginç bir tasarım harikası olan bu yapı, Dali Müzesi’dir.

Müzenin dış duvarlarında, başlangıçta ne olduğunu anlayamadığımız küçük sarı kabarcık oluşumlar görülüyor. Bu küçük sarı kabarcıkların Katalan bölgesine has ekmekler olduğunu söylüyor rehberimiz Tülay hanım. Müzenin tepesindeki dev yumurtaların yaşamı ve doğumu, duvarlarındaki ekmeğin de kutsal olanı anlattığını vurguluyor.

İnsanların temel besin maddesi olan ekmeğin tarihi, insanlığın tarihi kadar eskilere dayanıyor. İnsanlık tarihinin bir döneminde neredeyse tek gıda maddesi olan ekmeğin azlığı, kıtlığı acı ve ölümlere, savaşlara neden olmuş. 

Öyle ki insanlığın örgütlenmesinin ilk nedenleri arasında dahi temel bir gıda maddesi durumundadır ekmek. Bunun için ozanlara ilham vermiş, dünyanın dört bir yanında tüm toplumlarda kutsallık mertebesinde baş tacı edilmiştir ekmek.


Dali’nin de kutsal ilhamlarından biridir ekmek. Ekmek Sepeti Tablosu bunlardan biridir. Altın yaldızla yapılmış ekmek ve sepet müthiş bir performans sergilemiş. Bu tablonun pek çok fotoğrafı sanat dergilerinde çıkmış. 

Dali bu tablosu ile uluslararası ünün kapısını aralamış, ardından da Paris’te 1929’da ilk tek kişilik sergisini açmış. Sergi sonrasında gerçeküstü gruba davet edilmiş, ancak 1934’te grubun kurucusu Breton ile tartışınca paraya ve Gala’ya düşkünlüğü bahane edilerek gruptan çıkarılmış.

Dali’nin ilk dönem yapıtlarından başlayarak karşımıza çıkan belli başlı saplantıları, Katalan kökenlerinden kaynaklanır. Katalanların yalnızca yiyebildikleri, dokunabildikleri ve görebildikleri şeylerin varlığına inandıkları söylenir.


Ne yediğimi biliyorum, ne yaptığımı bilmiyorum derler Katalanlar. Yiyecek içecekle ilgili bu tür gerçek dışılıklar Dali’nin resimlerinde sürekli olarak karşımıza çıkar.

Meşhur ”Eriyen saatler” tablosunun ilhamını, tam uyumaya giderken aklına gelen sıcak Ağustos güneşi altında erimekte olan bir Camembert peynirinden aldığını yazacaktır Dali. Bu sürrealist yöntemine kendisi “paranoya-kritik” adını verecektir.


Rehberimiz müzeyi tanıtmaya devam ediyor. İlk günkü gibi korunan, dünyadaki en büyük Dali koleksiyonuna sahip müzeye sanatçının en büyük yapıtı demek de mümkün.

Müzede, Dali’nin tasarladığı ve boyama, çizim, yontma, kuyum, hologram, stereoskopik, fotoğrafçılık ve benzeri tekniklerle yapılmış 4 binden fazla eseri bulunuyor. 

Dali her köşesini kendi tasarladığı müzede ziyaretçilere düşsel bir tiyatro atmosferi kurgulamış. Tutku ile bağlandığı mekana adeta bir ibadethane gibi bakmış, mezarını sonsuza kadar kalmak istediği müzede cam kubbenin tam altına yapmış.

Dali ve müze hakkında bilgilenirken, müzenin de önüne gelmiştik. O anı ölümsüzleştirmek için fotoğraf makinelerimiz işbaşı yaptı ve kareleri oluşturmaya başladı.

Müzenin girişinde Dali’nin bir filozof heykeli var. Heykelin arkasında müzenin ön cephesinde, girişin hemen üstündeki katın pencere ve balkonlarında, eski bir balık adam kostümü var.

Dali davet edildiği toplantılara konferanslara enteresan kostümlerle katılmayı seviyormuş. Bir gün bir toplantıya bu balık adam kıyafetini giyiyor. Ancak hava alamadığı için boğulma tehlikesi geçiriyor. Bu durum onu o kadar etkiliyor ki bu kostümü müzesinin girişine koymaya karar veriyor.

Dali’nin ekmek tutkusu ile ilgili görselleri geçip, müze girişine ulaşıyoruz. Müzenin fotoğraflarını çektikten sonra, müzeye giriş yapıyoruz.


Dört katlı Müzenin girişindeki avlu ya da fuayede bizi değişik bir yapıt karşılıyor. “Car-naval” ya da ”Araba ve Deniz”. İlginç ve fantastik bir kurgulama. “Car” öndeki antika Amerikan arabası, “Naval” ise denizi simgeleyen üstteki kayık. Kayığın üstünde bir şemsiye ve daha da üstü olan çatı bütünüyle camdan yapılmış. Kayığın altında gördüğümüz sarkıtlar ise Akdeniz’in dalgalarını betimliyormuş.

Peki bu sarkan cisimlerin, yani sarkıtların neden oluştuğunu tahmin edebilir misiniz? diye soran rehberimiz, yanıtı yine kendisi veriyor. Bunlar hareket ve bereketi simgeleyen sperm dolu prezervatiflerden oluşuyormuş. Dali’ nin en yakın arkadaşlarından birinin Freud olduğunu düşünülürse, Dali’nin bilinç altına yansıması da böyle olur. Diyor rehberimiz Tülay hanım.

Freud’un, “Düş Yorumları” adlı kitabında geliştirdiği düşünceye göre, simgesel yönden değişen, biçimi bozulan, tabulaştırılmış tasarımlar, düşlerde “Ego”muzun “sansür”ünü aşarak meydana çıkmakta ve böylece bir çeşit doyuma ulaşmaktadır. 

Ancak bu tabulaştırılmış tasarımlar nereden kaynaklanmaktadır? Sorusunun yanıtı, Freud’un nevrozlara ilişkin cinsellik Teorisi’nde bulunmaktadır.

Bu teoriye göre, bireyin cinsel yaşamı doğumundan hemen sonra başlar ve değişik aşamalardan geçer. Bedenin değişik bölgelerinden haz alma duygusunu kapsar. Başlangıçta, cinsel organlara bağlı bir cinsellik biçimiyle sınırlı kalmaz.

Ayrıca çocukluğun ilk yıllarında toplum tarafından yasaklanmış, tabulaştırılmış belirli cinsel istekler ortaya çıkar. Böylece, kaçınılmaz olarak cinsel aksaklıklar doğar, nevrotik hastalık olasılığı artar.

Üzerinde bereket tanrıçası bulunan ve avluda bizi karşılayan ”Car” ya da araba, Dali’nin siyah Cadillac arabası olup, üstteki kayık da eşi Gala’ ya aitmiş.

Kayık ters dönmüş olarak konumlandırılmış. İlk bakışta bir palmiye ağacının üzerine yerleştirildiği izlenimi doğuyor. Ağacın tepesine, kayığın konulduğu yere dikkatlice bakıldığında ise sevgilisi Gala’yı betimleyen bir heykelin kayığı taşıdığı duygusu ortaya çıkmaktadır. 

Rehberimize göre, kayığın altındaki arabanın hikayesi de oldukça ilginç ve şöyle gelişmiş. Dali, Amerika’da bulunduğu dönemlerde, işyerine gitmekte olduğu bir gün yağmura yakalanır. Taksi bulamaz ve sağa sola bakınırken önünden geçen siyah cadillak bir arabanın kendisini almasını ümit eder.

Ancak beklentisi gerçekleşmez ve çok ıslanır. Çok ıslandığı o günü unutmaz. Yıllar sonra bu arabayı alıp üzerine bir yağmurlama sistemi oluşturur. Arabayı bir Euro ile çalışan bir makineye dönüştürmüş. Delikten bir Euro atıldığında arabanın içine yağmur yağıyormuş.


Dali tarafından tasarlanmış çatının örtmüş olduğu avlu fantastik bir yapıya sahip. Dört mevsim boyunca yeşil kalan sarmaşıkların sardığı duvarların nişleri kadın heykelciklerle doldurulmuş. Neden bu kadar çok heykelcik sorusunun yanıtını rehberimiz Tülay hanım veriyor.

Dalí, ressamlığın yanı sıra heykelcilik, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmiş. Amerikalı animasyoncu Walt Disney ile beraber yaptığı Destino adlı kısa çizgi film, “en iyi kısa animasyon filmi” dalında Oscar adayı olmuş, ancak ödül alamamış. Ödül alamamak onu üzmüş. Ne yapabilirim derken yine bir çılgın fikirle çılgınlık düşünmüş. Duvarlarına Oscar ödüllerini sembolize eden kadın heykellerden yapıp yerleştirmiş. Böylece kendi ödülünü kendisi tasarlayıp yine kendisine hediye etmiş.

Çevremize biraz daha özenli bakınca, Dali’nin müzede ziyaretçilere düşsel bir tiyatro atmosferi kurgulamış olduğunu görüyoruz. Eserlerini kelimelerle anlatmak mümkün değil. Bizzat görülmesi gerekiyor.

Car-Naval’ın bulunduğu bu avlunun hemen arkasında cam kubbeli büyük salon bulunuyor. Büyük salona girdiğimizde karşıdaki duvarı boydan boya kaplayan dev Labyrinth tablosunu görüyoruz. Edindiğimiz bilgilere göre, bu tablo, insanın iç dünyası ve bilinç öncesinin zenginliklerini anlatıyor. Dali, tabloyu Amerika’da yapıp Figueres’e taşımış.


Labyrinth tablosunun fotoğraflarını çekip, yüzünüzü sol tarafa döndürdüğünüzde, kemerlerin arkasındaki duvarda asılı fantastik bir tablo bulunuyor. Tabloya ilk bakışta, Gala’nın boydan çıplak bir resmi ile karşılaşıyoruz.

Rehberimizin uyarısı üzerine, tabloya kameranızın objektifinden baktığınız anda Gala’nın boydan çıplak resmi Abraham Lincoln portresine dönüşüyor. Her yerde ve her tabloda Gala. Büyük Aşk.

Gala 90 yaşında öldüğünde Dali acıdan kendinden geçmiş ve “Artık Dali diye bir şey yok. Her şey bitti.” sözcükleri ağzından dökülmüş.

Peki kimdir bu Büyük Aşk Gala?  Rus kızı, Helena Dmitrievna Diakonova…


İlk kocası gerçeküstücü Fransız şair Paul Eluard, hayatımın galası dediği Rus kızı Helena’ya Gala adını vermiş. 

Dali, Gala’yla ilk tanıştığında onun kadınsı üstünlüğünden, erotik çekiciliğinden, agresif ve baskın karakterinden çekinmiş olmasına rağmen, çok da etkilenmiş tüm bu özelliklerinden.

Gala’ysa, bütün ilgiyi kendisine isteyen, resim yapabildiğini iddia eden ve kendisinden on yaş küçük olan bu genç adama pek dikkat etmemiş önce. Ama sonra yeteneğini fark etmiş ve sanat anlayışı önünde saygı duymuş. Resim üstüne saatlerce konuşmuşlar, İspanyol güneşi altında uzun yürüyüşler yapmışlar ve birbirleri için yaratıldıklarına inanmışlar. 

Gala, sanattan anladığı kadar onu pazarlamayı da çok iyi biliyordu. Diyor rehberimiz Tülay hanım ve bilgilendirmeye devam ediyor. Dali’yi önce Paris’te bir ressam olarak üne kavuşturdu. ABD’de de ‘Bay Sürrealizm’ olarak lanse etmeyi başardı.

Dali, Gala’yla birlikte olmaya başladıktan sonra durmaksızın onu resmetti. Çok ilgisiz resimlerinde bile tablonun bir köşesinde Gala vardı. Gala onun ilham perisiydi. Güzel, baştan çıkarıcı, erotik, her türlü yeniliğe açık, bunun yanında enerjik, pratik ve ticaretten de anlayan bir kadındı Gala.

Cam kubbeli büyük salondaki eserleri izleyip, fotoğraflarını çektikten sonra, müzenin alt katına inip, Dali’nin mezarını da görüyoruz. Sonra da üst katlara çıkıp Dali’nin şaşırtıcı ve düşsel diğer odalarını ve bu odalardaki eserlerini görmek istiyoruz.

Ana salonun diğer duvarındaki merdivenlerden çıkınca, Mae West salonuna giriliyor. Kırmızı bir duvar, ortada kırmızı bir koltuk, iki adet siyah beyaz kent fotoğrafı kırmızı duvara asılmış. Sağda sarı püsküllü bir zafer takı, en sağda duvarın dibinde ise insanların yığınlar halinde çıktığı bir merdivenden oluşan garip bir yerleştirme görülüyor.


Sıraya girip, basamaklardan yükseldik. En yüksek noktada havada asılı duran dev bir mercek vardı. Mercekten yansıyan görüntü, 30’lu yılların ünlü Hollywood yıldızı Mae West’in yüzü oluyordu. Zafer takı saçlarını; koltuk dudaklarını; duvara dayalı mobilya da burnunu oluşturmuştu. 

Mae West salonundan çıkarak Rüzgar Odası’na giriyoruz. Dali, Gala öldükten sonra cennette buluşmalarını anlatan bir tabloyu bu odanın tavanına çizmiş. Odanın sağ tarafında Dali’nin yatak odası, sol tarafında ise 3 boyutlu görsellerin olduğu diğer bir oda bulunuyor.

Aynı odanın köşesindeki Velasquez heykeli de ilgi çekici, yakından bakıldığında Velasquez’in yüzünde diz çökmüş bir kadın figürü görülebiliyor. Büyük bir hayranlıkla izlediğimiz odaları ve eserleri izledikten sonra Dali Mücevherler Müzesi’ne geçiyoruz.

Dali’nin çizimlerini yaptığı mücevherler burada sergileniyor. Dali’nin ölümünden sonra ziyaretçilerine açılmış. Üç saate yakın zaman geçirdiğimiz müzeden ayrılarak Figueres caddelerine dağılıyoruz kısa bir süre için.

Eşim ve ben, rehberimiz Tülay hanımla kafelerden birine oturarak, hem bir şeyler içiyoruz hem de ayaklarımızı dinlendiriyoruz. Mola zamanını bitmesi ile birlikte, tura katılanlar otobüsteki yerlerini alıyor ve Barselona’ya doğru yolculuğumuz başlıyor.



ANTİK GİRANO İSPANYA

 

Barselona’nın 103 km kuzey doğusunda bulunan Girona, İspanya’daki 17 özerk eyaletten biri olup, kendi eyaletinin başkentidir. Katalonya bölgesinde yer alan bu  büyülü  şehri Onyar Nehri ikiye böler. Köprünün bir tarafında Antik Girona, diğer tarafında ise Yeni Girona bulunur.

Antik ve Yeni Girona'ları birbirine bağlayan Aslanlı Köprü üzerinden geçerken Antik Girona’ya doğru baktığınızda, kentin ve çevresinin en büyük kilisesi olan Girona Katedrali ya da Santa Maria Katedrali muhteşem görünüşüyle karşınıza çıkar.

Bu tarihi yapı, mimari güzelliğiyle fotoğraf karelerinizde unutulmaz bir iz bırakır.

Diğer taraftan, Antik Girona'ya ulaşmak için geçtiğiniz Onyar Nehri'nin iki yakasında sıralanmış olan pastel renkli evlerin,  sudaki yansımasıyla masalsı bir ortam ortaya çıkar. Yansıyan renklerle boyanmış binalar nehrin içinde yıllardır solmayan nadide çiçeklere benzer. Bu nedenle, kentlerin içinden geçen nehirler, kentlere masalsı bir hava katar.

İlginç bir detay olarak, köprü üzerinde aslan heykeli yoktur. Ancak neden “Aslanlı Köprü” dendiğini anlamak için köprüyü geçmek gerekir.

Köprünün sonunda karşınıza Plaça de Sant Feliu Meydanı çıkar. Antik Girona olarak tanımladığımız bu bölge, dar sokaklarında yüzyıllarca Yahudi nüfusunu barındıran, Yahudi Gettosunun başlangıç yeri olarak bilinir. 

Meydanın sağında, taş direğe tırmanmış bir aslan heykeli bulunur. Ancak aslandan ziyade, çok korkmuş ve ağaca tırmanmış bir kedi yavrusuna benzer. Kedi yavrusuna benzese de  taş direkteki aslan heykeli Yahudi Gettosunun koruma kalkanıdır.

Kastilya Kraliçesi Isabella, katı bir Katolik'ti ve hainleri ile kendi dini dışındaki inançlara sahip olanları düşman olarak görüyordu. Avrupa’daki son Müslüman ve Yahudi öldürülünceye kadar yıkanmayacağını söylemişti ve bu sözünde durdu. Hayatı boyunca sadece iki kez banyo yapmıştı.

İspanya Kraliçesi Isabella, Hristiyan kilisesi ile işbirliği yaparak 1492 yılında ülkedeki bütün Yahudilerin ülkeyi terk etmeleri üzere ferman çıkarmıştır. 1492 tarihli ferman İspanya kentlerinde olduğu gibi, 300 bin İspanya Yahudi’sinin içinde yer aldığı Girona’dakileri de zor durumda bırakır.

Yahudilerin bir bölümü Osmanlı İmparatorluğunca himaye altına alınırken, bir bölümü de din değiştirmiş Yahudiler sınıfına katılır. İspanya’dan kovulmamak için din değiştiren ya da değiştirmiş görünen Yahudiler de ”Gettolaşmak'' zorunda kalırlar.

Yahudiler, oluşturdukları Gettolarında içlerine kapanıp, göze çarpmamaya çalışan bir topluluğa dönüşürler. Zorunlu olmadıkça bölgelerinden çıkmazlar, unutulmak isterler. Kendilerini de kem gözlerden ve yabancılardan korumak isterler.

İşte, Onyar Nehrini geçerek Yahudi mahallesine adım attığımızda karşılaştığımız, beton direğe tırmanan aslan maskotu, güvenlik nedeniyle oraya konulmuştur.

Onyar Nehrini geçenler, gettoya girmeden önce; direkteki aslanın poposunu öpüyorlar ise, Yahudi cemaatinin üyesidirler. Öpmüyorlar ise, Yahudi Cemaati dışından, yabancı kişilerdir.


10 Nisan 2009 Cuma, Girano…

8 Nisan 2009 çarşamba günü, İstanbul Atatürk Hava alanından saat 14.30 da havalanan uçağımız, Barselona’ya, İspanya’nın yerel saati ile saat 17.00 de ulaşmıştı. Bizi karşılayan tur otobüsü ile, yaklaşık 2 saatlik şehir turundan sonra otelimize giderek yerleşmiştik.

Perşembe günü, Barselona Şaheserleri turu çerçevesinde; Yahudi tepesi olarak bilinen Montjuik tepesinden sonra, Barselona’ya damgasını vuran Mimar Gaudi’nin iki önemli eseri, Park Güell ve Sagrada Familia gezildi. Öğleden sonraki serbest zamanımızda da La Rambla Caddesini gezip, Kolon Meydanına ulaşarak Port Well gezilmişti.

Barselona’ya gelmişken; Figueres’teki Salvador Dali Müzesi ile Katalanların, Barselona’dan sonraki en önemli kenti Girona’yı görmeden edemezdik. Rehberimiz Tülay hanım; ”Barselona’ya gelen turistlerin Olmazsa Olmaz” dediklerinden biri de ”Figueres’teki Dali Müzesinin görülmesidir.” Demişti.

10 Nisan 2009 Cuma günü otelimizde güzel bir kahvaltıdan sonra tur otobüsünde yerlerimizi alıyor ve Girano yolculuğu başlıyor. 

Katıldığımız tur şirketi, bir aile şirketi olup; baba Demir Bey, anne Tülay Hanım ve çocukları Kağan ve Orhan, İspanya tarihi ve ekstra turlarda ziyaret edeceğimiz kentlerin tarihi ve sosyal yapılarını çok iyi biliyorlar. Olağanüstü tarih bilgilerini de, bu tür yolculuklarda, konuklarına, yani bizlere aktarıyorlar. Böylelikle, ziyaretine gittiğimiz kente ulaşmadan önce, kentin tarihi ve turistik yerleri , konusunda bilgilenmiş oluyoruz.


Bu kez de ziyaret etmek istediğimiz Girano ve Figueres hakkında bilgi vermeye başlıyor rehberimiz Tülay Hanım. Barselona’nın 103 km kuzey doğusunda bulunan Girona, İspanya’daki 17 özerk eyaletten biri olup, kendi eyaletinin başkentidir.

Yöreye ilk yerleşenler İberler, Avrupa kıtasının Akdeniz’e uzanan üç yarımadasından biri de İber Yarımadası’dır. Ancak, İber Yarımadası Roma kayıtlarında Hispanya olarak geçmektedir. Bu nedenle, İber Yarımadası İspanya olarak bilinmektedir.

İber Yarımadasında İspanya’nın yanı sıra Portekiz devleti de yer almaktadır. İberler, Antik çağda bugünkü İber Yarımadasının doğusunda ve güney doğusunda yaşamış bir halktır. Günümüzde İberler, bu yarımadada yaşayan topluluğun yerli halkı olarak kabul edilmektedir.

İberler, boylar halinde ve izole topluluklar halinde yaşamışlar. Metal işleme, bronz ve tarımda gelişmiş bir toplumdur. Sonraki dönemde gelişerek şehirleşmişler ve yüksek medeniyet seviyesine ulaşmışlar.

Daha sonra Romalılar geliyor ve uzun süre kalıyorlar. Romanın 5. yüzyılda zayıf düşmesinden yararlanan Vizigotlar bölgeyi kontrolleri altına alıyorlar. Büyük bir Cermen Kabilesi olan Gotların en büyük iki kolundan biri Vizigotlar, diğeri Ostrogotlardır.


Vizigotlar, M.S. 370 yılından itibaren, Kavimler Göçü ile birlikte hareket eden en önemli topluluklardır. Batı Roma İmparatorluğunun çökmesinden sonra tarih sahnesine çıkmışlar ve Batı Avrupa’nın şekillenmesinde önemli rol oynamışlardır.

8. yüzyılda ise, kuzey Afrika’nın çeşitli bölgelerinde yaşayan ve Mağribiler adı verilen Müslümanların İber Yarımadasına hakim oldukları görülüyor. Tarık bin Ziyad 711 yılında, sonradan adını taşıyacak olan Cebelitarık Boğazından, peşinde ordusuyla İber Yarımadası’na geçer.  Geçer geçmez de gemileri yakar, artık geriye dönüş yoktur. Dönmedikleri gibi Araplar, İber Yarımadasında 800 yıl kalırlar.

711-1492 yılları arasında, İber Yarımadasında Müslümanlığın etkisi altında bulunan bölgelere Endülüs adı verilmiştir. 

Kuzey Afrika’dan İber Yarımadasına geçen ve gemilerini yaktıran Tarık Bin Ziyad, Vizigot kralı Rodrigo’yu ağır bir yenilgiye uğratınca Vizigot krallığı parçalanır ve bütün İber yarımadası kısa bir süre içinde Müslümanların eline geçer.

750 yılında, Bağdat’ta halifeliklerini ilan eden Abbasiler, İspanya’da, Endülüs Emevî devletini kurarlar. Bu dönem Endülüs’ün en parlak dönemi olarak bilinir.

Kurtuba şehri, Bağdat ve Kahire’den sonra dünyanın üçüncü önemli bilim merkezi haline gelir. Bu dönemde günümüz Avrupa bilim ve sanatının bazı temelleri Endülüs’te atılır.


Endülüs Emevî Devletinde yaşayan bütün azınlıklar, ki en önemlileri Yahudiler idi, büyük bir hoşgörü içerisinde yaşarlar. Dilleri ve dinlerini özgürce kullanan Yahudiler Ticaret yapıp, zenginleşirler.

10. yüzyılda, Mısır’daki Fatımiler de kendilerini halife ilan edince, Abbasiliğin gücü azalır ve İslam önderliği bölünür. Bu ortamda Endülüs Emiri III. Abdurrahman 16 Ocak 929 tarihinde kendisini halife ilan eder ve Kurtuba'yı da başkent yapar. 

İspanya tarihini anlatmakta olan rehberimiz biraz soluklandıktan sonra, Endülüs Emevîlerinin başarıları 11. yüzyıl başlarına kadar devam etti. Dedikten sonra, anlatmaya devam etti.

1031 yılında halifelik parçalanarak küçük beyliklere bölündü ve eski gücünü kaybetti. 1236 yılında, Endülüs’ün en büyük merkezi olan Kurtuba, Kastilya Kralı II. Ferdinand tarafından ele geçirilip, yakılıp yıkıldı. Bundan sonraki süreçte, Endülüs şehirleri birer ikişer ele geçirilerek, Endülüs Beyliklerine son verildi.

Bunlardan sadece bir tanesi, güney doğu İspanya’da Hristiyanlara karşı direndi. Bu devlet, merkezi Granada olan Beni Ahmer idi.

15. yüzyılın sonlarına doğru Kastilya Kraliçesi Isabella ile Aragon Kralı Ferdinand’ın evliliği İspanyol Birliğinin oluşumunu ve Avrupa’nın en güçlü devleti olmasını sağladı. Vizigotlar ile de anlaşma sağlanınca ”Yeniden Fetih” hayalleri gerçekleşti. 



İspanya Kraliçesi Isabella'nın Hristiyan kilisesi ile işbirliği yaparak 31 Mart 1492 tarihinde ülkedeki bütün Yahudilerin, 2 Ağustos 1492 tarihine kadar ülkeyi terk etmeleri için ferman yayınlaması ülkedeki 300 bin İspanya Yahudi’sini zor durumda bırakır.

Rehberimiz   Tülay Hanımın İspanya tarihi ile ilgili bilgiler nedeniyle yolculuğumuzun nasıl geçtiğinin farkına bile varmamıştık.

İki saate yakın bir yolculuktan sonra, Girona kentinin kuzey bölgesindeki Rotenda del Ponte del Pedret Meydanına ulaşıyoruz. Meydanın merkezi, yarıçapı oldukça büyük bir daireden oluşmuş. Meydanın  çevresinde, yüzlerce araçlık park yerleri ve tuvaletler bulunuyor. Kente gelen çok sayıda turistin acil ihtiyaçlarının karşılanması düşünülmüş. Çağdaş bir davranış olarak nitelendirdim.


Rehberimiz, 20 dakikalık ihtiyaç molası verildiğini, bu sürenin sonunda Passeig de Jose Canalejas Caddesinin başında toplanacağımızı söylüyor.  Kısa molada zorunlu ihtiyaçlarımızı gideriyoruz. Molanın ardından, rehberimizin elinde şemsiye gibi tuttuğu, gökkuşağı renklerle bezenmiş ayçiçeğinin peşine düşüyoruz.

Passeig de Jose Canalejas caddesini takip ederek, sarmaşıkların sardığı bir demir yolu köprüsünün altından geçiyoruz. Türizm  Danışma Ofisinin bulunduğu bir köşe başına ulaşıyoruz.

Sol tarafımızda Onyar Nehri ve bizi Antik Girona’ya götürecek olan Aslanlı köprü bulunuyor. Onyar Nehri Girano Kentini ikiye ayırmış. Köprünün karşısında bulunan Antik Girona ve bizim tarafımızda bulunan Yeni Girona.


Köprüden Antik Girona’ya bakıldığında, kentin ve yörenin en büyük kilisesi, Girona Katedrali ya da Santa Maria Katedrali görülüyor. Muhteşem bir mimari harikası olan katedral, fotoğraf karelerimizde de yerini alıyor.

Köprüden, Girano Kentini ikiye ayıran Onyar Nehrine bakıyoruz. Nehrin iki yakasına sıralanmış pastel renkli evlerin görüntüleri suda yansıyarak, su ve ışığın birleşmesiyle masalımsı bir hava yaratmış. Bu haliyle, Rüyalar ve Aşıklar Kenti Venedik akla geliyor. Hepsi birbirinden güzel renklere boyanmış binalar; suların içinde, yüz yıllardır solmayan nadide çiçeklere benziyor.

Kentlerin içinden geçen nehirlerin, kentlere masalımsı bir hava kattığının bir kez daha farkına varıyorum. Ankara ve Ankara Çayı aklıma gelince, gerçekten çok üzülüyorum.


Üzerinden geçtiğimiz köprüye, üzerinde bir aslan bulunmadığı halde ”Neden Aslanlı Köprü” sorusunun yanıtı, köprüyü geçince anlaşılıyor. Köprünün sonunda karşımıza Plaça de Sant Feliu Meydanı çıkıyor.

Antik Girona olarak tanımladığımız bu bölge, dar sokaklarında yüzyıllarca Yahudi nüfusunu barındıran Yahudi Gettosunun başlangıç yeri olarak biliniyor. 

Meydanın sağında, taş direğe tırmanmış bir aslan heykeli var. Yukarıdaki resimde görüldüğü gibi, taş direkteki görüntü, aslandan ziyade, çok korkmuş ve ağaca tırmanmış bir kedi yavrusuna benziyor.

İspanya Kraliçesi Isabella'nın  31 Mart 1492 tarihinde çıkardığı ferman  300 bin İspanya Yahudi’sini iyice zor durumda bırakmıştı. Girona’daki Yahudiler de bu fermandan üzerlerine düşeni almışlardı.

İspanya’dan kovulmamak için din değiştiren ya da değiştirmiş görünen Yahudiler, ”Gettolaşmak'' zorunda kalmışlardı. Gettolar, Yahudilerin gönüllü olarak veya zorlanarak yerleştirildikleri ve her türlü gereksinimini başka yere gitmeden karşılayabildikleri mahallelerdi. 

1492 yılından sonra Girona’da, Yahudi Mahallesinde kalmak zorunda bırakılan Yahudiler, göze çarpmamaya çalışan ve kapalı bir ekonomi oluşturan bir topluluğa dönüşürler. Kendilerini de kem gözlerden ve yabancılardan korumak isterler. Önlem alırlar. İşte, Onyar Nehrini geçerek Yahudi mahallesine adım attığımızda karşılaştığımız, beton direğe tırmanan aslan, bizi buraya ulaştıran köprüye adını vermişti.


Fotoğraflar çekildikten sonra Ramla Caddesine giriyoruz. Rehberimize göre, La Rambla, Orta Çağdan beri, insanların alış veriş yaptıkları en önemli cadde oluyor. Aradan yüz yıllar geçmesine rağmen, dokusu değişmeden kalabilen caddelerden biri.

İşlek mağazaları, kafeteryaları, turistik restoranları, küçük ve otantik alış veriş mağazaları, sokaklara taşmış masa ve sandalyeleriyle ilginç bir cadde. Trafiğe kapalı ağaçlarla bir bölgeye giriyoruz. Barselona’daki Katalunya Meydanını Kolon Meydanına bağlayan Dere Yatağı (La Rambla) aklıma geliyor. Ancak, oradaki cıvıldama burada yok.

Eşim, otantik dükkanları ve alış veriş tezgahlarını gözden geçirirken, ben de etrafı dolaşarak sürekli fotoğraf çekiyorum. Rehberimizin, kısa bir mola veriyoruz demesi üzerine, ağaçların altındaki masalardan birine oturuyoruz. Kalamarlı sandviçler ve kolalı içecekler alarak, açlığımızı bastırıyoruz. Kalamarlı sandviçler doyurucu olduğu gibi, 2 Euroluk fiyatıyla kesemize de uygun. Karnımızı doyurup, dinlendikten sonra, kazandığımız enerjiyle gezimizi sürdürüyoruz.


Kısa molamızdan sonra, daracık sokaklardan ve çok basamaklı merdivenlerden tırmanarak, katedrallerin kulelerini takip ediyoruz. Sokaklar eğimli ve hala Orta Çağ atmosferi hakim. ”Ara” olarak bilinen Yahudi Mahallesi, küçük ve dar bir labirent içine yayılmış adeta.

Yahudi yerleşim bölgelerine ”Call” adı verilmiş. Call bölgeleri; yüksek taş duvarları, yüzlerce dik merdivenleri, Arnavut kaldırımlı dar sokakları ile turistlerin ilgisini çekiyor. Neden yüksek taş duvarlar? Sorusuna yanıt aradığımızda, aklıma Kapadokya Yöresi geliyor.  

M.S. 3. yüzyılda Kapadokya’ya Hristiyanlar gelir ve bölge onlar için bir eğitim ve düşünce merkezi olur. 303-308 yılları arasında Hristiyanlara uygulanan baskılar iyice artar. Kapadokya baskılardan korunmak ve Hristiyan öğretiyi yaymak için ideal bir yerdir. Derin vadiler ve volkanik yumuşak kayalardan oydukları sığınaklar Romalı askerlere karşı güvenli bir alan oluşturur.

Ortodokslar; İsa, Meryem ve ermişlerin tahta üzerine mumlu ve yumurtalı boyalarla yapılmış dini içerikli resimleri, yani ”İkonlar” önünde dua ederler. III. Leon’un ikonları yasaklamasından sonra, 4. yüzyılda bölgenin önemi artar. Bu durum karşısında, ikon yanlısı bazı kişiler de bölgeye sığınmaya başlar, ikondan yana olanlar burada rahatlıkla ibadetlerini sürdürürler.

Kapadokya’daki Hristiyanlar yasaklardan korunabilmek için; kayaları oymuşlar, yerin altına, labirentleri andıran yerleşim birimleri yapmışlar. Yahudiler de korunmanın yolunu; insanların zorla geçebileceği daracık sokaklar, yüzlerce basamağı olan dik merdivenler ve yüksek taş duvarlar yaparak sağlamaya çalışmışlar.


Yahudi Mahallesi Call’in dik yokuşlu ve yüzlerce merdivenli sokaklarından  çıkarken, Orta Çağda, burada yaşayanların günlük koşuşturma ve heyecanlarını ruhunuzda hissedebilirsiniz.

Bu mahallede; kuytuda kalmış, mozaik karolarla kaplı ve sessiz avlulardan birine girerek kısa bir mola verebilir, düşsel olarak Orta Çağa gidebilirsiniz.

Daracık, dik ve çok merdivenli sokaklardan geçerek, Esglesia de Sant Felium Kilisesine ulaşıyoruz. Kilisenin duvarlarında, eski çeyiz sandıklarına benzeyen çıkıntılar dikkatimizi çekiyor ve rehberimizden bilgi istiyoruz. 

Duvarların, Sant Felium Kilisesinin papazlara ayrılan bölümünün duvarları olduğunu öğreniyoruz. Pagan ve Hristiyan cenaze lahitleri, bu duvarlardaki çeyiz sandığı biçimindeki lahitlere yerleştirilmiş


Alaca karanlığın loş ışığındaki lahitler, etrafa korkutucu bir görünüm yansıtıyor. Lahitlerin üzerindeki tasvir, Persephone’yi dünyanın derinliklerine taşıyan Plüton’u (Hades) betimliyor. 

Özgür Ansiklopedi (Vikipedi) ve Yunan Mitolojisinden edindiğim bilgilere göre; Babaları Kronos’un yok edilmesinden sonra üç oğul yani Zeus, Poseidon ve Hades kalan mirası anlayış içinde paylaşılmış. Zeus’a uçsuz bucaksız gökyüzü, Poseidon’a engin denizler, Hades’e ise tüm toprak altı dünyası miras olarak kalmış.

Toprak altı karanlığı, ölümü ve kederi simgeler. Hades’i, Azrail olarak düşünebiliriz. Hades ya da Azrail, insanları kendi diyarına götürebilmek için, görünmez olmak zorundadır. Ona bu görünmezlik özelliğini sağlayacak bir miğfer giyer. 

Ölüler ülkesinin Tanrısı Hades, doğal olarak insanlar tarafından sevilmez ve kendisinden korkulur. Cehennemdeki muhteşem bir sarayda, kendine eş olarak yer yüzünden cebren ve hile ile getirdiği güzel kadınlar ile yaşarmış.

Işıksız ve hareketsiz olan bu ortamdaki kadınlar, dalından koparılmış birer çiçek gibi günden güne solarak ölürlermiş. Hades de sevgiye muhtaç, ancak çaresiz bir şekilde o zenginliğe rağmen mutsuz bir hayat sürermiş. Yalnızlığını giderebilmek için yeğeni, Zeus ve Demeter’in kızı, Persephone (Kore) yi kaçırır.


Mitolojideki söylencelerden birine göre, Persephone Cennete benzer bir korulukta çiçek toplarken, yer birdenbire yarılır. Ölümün karanlık efendisi, o muhteşem atlı arabasıyla ölüler ülkesinden çıkar, Persephone’yi arabasına alarak geri döner ve toprak altı dünyasının kraliçesi yapar.

Hades’in Ölüler İmparatorluğuna girmek çok kolay, ama geri dönüş olanaksızdır. Hades kapıları geri dönüşe izin vermez. Başka bir deyişle, ölümden sonra diriliş yoktur.

Ancak, Matthew İncili’ne göre; Hz. İsa’nın kıyamette yeniden geleceği, Şam’ın doğusundaki beyaz minarede Mehdi ile buluşacağı ve Deccalı öldüreceği anlatılır. Ayrıca, Matthew İncili’ne göre; İsa Mesih’in şöyle dediğini yazar. Kiliseleri yukarılara, göğe yakın kayalıklara kurun, mezarları (lahitleri) da yukarıda yapın, Hades Kapıları bu yapılara geçerli değildir.

Demek ki, Sant Felium Kilisesinin duvarlarına yerleştirilmiş olan mezarlar, Hades Kapılarını açabilmek ve yeniden dirilişi sağlayabilmek için yapılmıştır.


Esglesia de Sant Felium Kilisesini geçiyoruz. Antik Girano Katedrali’ne giderken Paskalya Törenleri hazırlıklarına rastlıyoruz. Hristiyanlıktaki en eski ve en önemli   bayramdır Paskalya. 

İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişi kutlanır. Doğu ve Batı kiliseleri arasında farklılıklar olmakla beraber, Paskalya dönemi yaklaşık olarak  Mart sonundan Nisan sonuna kadar olan dönemdir.

Her sene sabit bir tarihte gerçekleşmeyen ve dünya kiliselerinin çoğunda Pazar günü kutlanan Paskalya Günü ise, Kıyam Yortusu, Diriliş Pazarı ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılır. İsa’nın sırtına bir haç yüklemişler. Yüklemişler çünkü İsa, askerlerin denetiminde, halkın arasından geçerek haçını sırtında taşımış.

Matthew inciline göre, İsa Mesih, çarmıh üzerindeyken bile kendisini çarmıha gerenleri affettiğini söylemiş.

Pastel renkleriyle boyanmış İkonlar gözden geçiriliyor, eksikleri tamamlanmaya çalışılıyor. Birden bire bastırabilecek Nisan yağmurlarından da koruyabilmek için, naylon örtüler kullanılıyor. Paskalya Törenleri; İsa Peygamberin Kudüs’e gelişinin anılmasıyla başlıyor. Sonraki altı gün boyunca; İsa’nın, havarileriyle son yemeği, Romalı askerlere yakalanışı, işkenceden geçirilişi, çarmıha gerilmesi, ölümü ve göğe yükselmesi anlatılır ve anılır.

İsa’nın dirilişini dile getiren Paskalya, Hristiyanlığın en büyük bayramıdır. Paskalya günü; İlkbaharda, gün dönümünün başladığı 21 Martta dolunayın görülmesinden sonraki pazar günüdür.


Paskalya Törenleri hazırlıkları izleyip, fotoğraflarını çektikten sonra, Santa Maria Katedraline ulaşmak için rehberimizin elindeki ayçiçeğinin peşine düşüyoruz. Bir süre sonra, giriş sahanlığına 90 basamakla ulaşılabilen katedral karşımıza çıkıyor.

Girona’nın orta çağlarda inşa edilen katedrallerinden biri. Dünya’nın en önemli Gotik anıtlarından biri olarak biliniyor. İnşaatına 14. yüzyılda başlanmış ve 300 yıl sonra, 17. yüzyılda bitirilebilmiş. Muhteşem cephesinde yer alan Barok stildeki süslemeler, büyük bir kubbe ve melek şeklinde bronzdan bir rüzgar gülüyle taçlanıyor

Ana kapıdan koroya değin uzanan açıklık alanın uzunluğu 23 metre olup. Hristiyan aleminin Gotik stildeki en büyük örneğini teşkil ediyor. Katedraller, Haçlı Seferlerini bir başka yan ürünüydü.

İlk Haçlılar Kutsal Topraklara giderken yollarının üzerindeki Konstantinopolis’i gördüklerinde kentin büyüklüğü ve zenginliğinden ve Ayasofya’nın görkeminden çok etkilendiler. Avrupa’da bunlarla karşılaştırılabilecek ne bir kent ne de bir kilise vardı. Katedral yapımının, birinci Haçlı Seferleri bitip Haçlıların yurtlarına dönmelerinden kısa bir süre sonra başlanması bir tesadüf değildi. Gotik katedraller baştan aşığı İncil’deki öykülerin yontusal temsilleriyle kaplıydı.


En etkileyici yenilik ise, kilise duvarlarının, neredeyse, tamamen kaldırılmasıydı. Duvarların yerini, öykülerin İncil’den resmedildiği renkli vitraylar aldı. Böylece, tüm yapı, taşları ve renkli camlarıyla , okuma yazma bilmeyenler için İncil’e dönüştü. Burada önemli olan ise, bu görsel imgelerin herkesçe biliniyor olması; efendi, tüccar, uşak ve serf gibi, herkese açık olmasıydı.

BARSELONA-GEZİLECEK YERLER

 


Art Nouveau akımının öncü isimlerinden olan mimar Antoni Gaudi'nin şaheserleri ile dolu olan Barselona Akdeniz'in en eğlenceli şehri olarak tanımlanıyor. Sıcak iklimi ve genç nüfusu ile Barselona'da keşfedecek çok şey var.

Bu tur, Barselona’nın büyülü güzelliklerini keşfetmek isteyen gezginler için harika bir seçenektir. Tur programı aşağıdaki yerleri içerir.

Montjuic Tepesi:


Montjuic Tepesi, Barselona'nın güneybatısında 173 metre yükseklikte bir tepe olarak Akdeniz ve şehrin muhteşem manzarasını gözler önüne serer. Barselona'nın tarihi ve kültürel açıdan en önemli simgelerinden biridir.

"Montjuic" isimli kelime, "Yahudi" anlamına gelirmiş. Bu bölgede eskiden Yahudiler yaşadığı için tepeye "Montjuic Tepesi" adı verilmiş. Endülüs Emevî Devleti'nde önemli görevler üstlenen Yahudiler, İslam ile Avrupa arasında bir köprü oluşturmuşlar ve İslam eserlerini çevirerek Avrupa'ya katkıda bulunmuşlar.

Güell Park:

Barselona'daki Güell Park doğayı, sanatı ve mimariyi birleştiren büyüleyici bir şaheserdir. Ünlü mimar Antoni Gaudí tarafından tasarlanan bu park, onun eşsiz vizyonunun ve yaratıcılığının bir kanıtıdır.

Park, 1900 ile 1914 yılları arasında zengin bir sanayici olan Kont Eusebi Güell tarafından asaletlerinin sembolü olarak yaptırılmıştır. 1923 yılında halka açılmıştır.

Renkli mozaikler, organik formlar ve doğal peyzajın birleştiği bu park, sizi büyüleyecektir.

Sagrada Familia:

İnsanlar Barselona'yı düşündüklerinde genellikle, tüm servetini harcadığı katedral olan "Sagrada Familia"yı inşa etmeye hayatını adayan mimar Gaudi'yi hatırlarlar.

Barselona’nın simgelerinden birisi ve UNESCO Listesinde de yer alan Sagrada Familia Bazilikası, ünlü mimar Antoni Gaudi’nin en büyük eseri olarak gösteriliyor.

Aslında bazilikanın yapımı için San Jose Dindarları Birliği önce Francisco de Paula de Villar y Lozano ile anlaşmış. 1883 yılında Gaudi’ye devredilmiş ve kaza sonucu yaşamını yitirdiği 1926 yılına kadar yapıya servetini ve hayatını adamış.

Bitmemiş, bitecek gibi de olmayan bazilika Barselona gezilecek yerler listesine mutlaka alınması gereken anıtsal yapılardan birisi gözüyle bakılıyor.

Plaça de Catalunya:

Barselona'nın kalbinde bulunan Katalonya şehrin en büyük meydanıdır. Barselona'yı yürüyerek gezmek için başlangıç yeri olmalıdır. Çevresinde Barri Gotik olmak üzere, görülmek istenenlerin hemen hepsi çevresinde ve bu çevreye yakın yerlerde bulunmaktadır.

Las Ramblas:

Barselona'nın merkezinde bulunan Las Ramblas caddesi şehrin en canlı noktalarından biridir. Gündüz ve gece demeden günün her saatinde, bir ağaç denizini andıran bu ünlü caddede binlerce turist bulunmaktadır. Caddedekiler Rambla atmosferini iliklerine kadar hissetmekte ve caddenin kıvrımları boyunca ilerlerken, zevkten kendilerinden geçmektedirler. Pek çok mağazanın olduğu bu uzun caddede tur atmak oldukça keyifli.

Port Well:

Rambla Caddesi üzerinde yapılan keyifli bir yürüyüş gezginleri Port Well olarak bilinen Yeni Liman ile 60 metre yüksekliğindeki Kolomb ’un görkemli heykeline götürecektir. Kolomb, arkasını Barselona’ya dönmüş, karşıladığı turistlerin şehri kucaklaması için elinden geleni yapan bir eda ile denize ve ufuk çizgisine bakıyordu.

Barceloneta:

Küçük restoranları ve kafeleri ile ünlü Barceloneta, La Ciutadella şehir parkının inşa edileceği bölgeden taşınan halkın yerleşmesi amacıyla 19. yüzyılda inşa edilmiş.

Ağırlıklı olarak kentin düşük gelirli nüfusunun yaşamakta olduğu semtin Mercado de Barceloneta isimli halk pazarının kurulduğu iç kesiminde küçük kafeler ve tapas barları faaliyet gösterirken, sahil kesiminde balıkçı restoranları bulunuyor.

Parc de la Citadella:


Denize yakın kısmı 1892 yılında 14 hektarlık alan üzerine kurulmuş. Barselona Hayvanat Bahçesi’ne ayrılmış olan Parc de La Ciutadella, Kral 5. Felipe tarafından 1714 İspanya Veraset Savaşı sonrasında kentin güvenliği için inşa ettirilen bir kalenin yerine 1888’de düzenlenmiş.

Sınırları içerisinde Katalan Parlamentosu’na ait binanın da bulunduğu park, yürüyüş yolları ve yeşil alanları sayesinde kent halkının ve turistlerin sıklıkla uğradıkları bir yer konumunda.

Parka gittiğinizde öncelikle kent için pek çok eser üretmiş olan Gaudi’nin öğrenciyken katkıda bulunduğu Font Monumental’i ve Doğa Tarihi ile Jeoloji müzelerini ziyaret edebilirsiniz. Ardından Passeig Lluis Company Caddesi çıkışındaki Zafer Takı’na yönelebilirsiniz.

Casa Battlo:

Gaudi eseri olan UNESCO listesindeki yapı Casa Batllo modern bir yapı olmasına rağmen Gaudi mimarisinin etkisiyle ziyaretçilerde hayranlık ve şaşkınlık uyandırıyor.

Tasarım detaylarının çoğu, herhangi bir mimari emsalden tamamen farklı olan binanın dış cephesinde yer alan yeşil, mavi ve koyu sarı renklere sahip dekoratif sırlı seramik karolar yapının gösterişine katkıda bulunur.

Yapının pencereleri ise Hobbit evlerine benzer şekilde mağara girişini andırıyor. Ayrıca Casa Mila’daki gibi dalga şeklinde çatıya sahip olan yapıda çok sayıda süslü bacalar da var.

Casa Mila (La Pedrera):

Katalonya Meydanı’ndan yürüyerek kısa sürede ulaşabileceğiniz Casa Mila, birçoklarına göre Sagrada Familia’dan sonra Gaudi’nin en değerli 2. eseri konumunda.

1906-1912 yılları arasında yapımı gerçekleştirilen konut, ünlü mimar tarafından dönemin önemli iş adamlarından Pere Mila için tasarlanmış.

Tamamlanmasının ardından ağır eleştirilere maruz kalan ve yerel halkın dilimizde taş ocağı anlamına gelen La Pedrera ismiyle andıkları yapının ön cephesinde Gaudi, dalgalı bir deniz ile içerisinde salınan yosunların görüntüsünü yansıtmak istemiş.

Ön tarafları dökme demirle kapatılmış balkonları ve ilginç şekilli bacalarla kaplı çatısıyla dikkat çeken binanın içerisinde özel konutların yanı sıra Caixa de Katalonya Galerisi bulunuyor.

9 Nisan 2009 Perşembe, Barselona…

Otelimizdeki sıkı bir sabah kahvaltısından sonra, rehberimiz eşliğinde, ”Barselona Şaheserleri” turuna katılmak üzere saat 9,00’da tur otobüsündeki yerimizi alıyoruz. Kappa Tur ailesinden rehberimiz Orhan Kent merkezine ulaşmak için, trafik durumuna göre, 45 dakika ile bir saatlik bir süreye ihtiyaç olduğunu söylüyor. Barselona’nın en iyi panoramik fotoğraflarının çekileceği yerlerden biri olan Montjuic tepesinden gezi programını başlatacağını, sonra da Güell Park, Sagrada Familia ve Katalonya Meydanı’nın gezileceğini söyleyip, bilgilendiriyor.



Montjuic”, kelime anlamı olarak “Yahudi” demekmiş. Eskiden bu bölgede Yahudiler yaşadığı için tepenin adı “Montjuic Tepesi” olarak kalmış. Endülüs Emevî Devletinde önemli mevkilerde bulunan Yahudiler, İslam ile Avrupa arasında köprü kurarak ve İslam eserlerini tercüme ederek Avrupa’ya kazandırmışlar. Başta Barselona olmak üzere, Girona kenti ve Madrid’in en güzel yerlerinde malikâneler kurmuşlar ve iyi yaşamışlar. Montjuic tepesi de bu yerleşim yerlerinden biriymiş. Miro Vakfı ve Katalonya Ulusal Sanat Müzesi’nin yanı sıra 1992 Olimpiyat Oyunları için inşa edilen olimpiyat stadının da bulunduğu tepenin yüksekliği 213 metredir. Program gereği müzeler ve stadyum gezilemeyecek, panoramik fotoğraflar çekilmekle yetinilecektir.

Rehberimizin yolculuk boyunca verdiği bilgilere göre Barselona, İspanyanın doğu sahilinde yer alan Özerk Katalonya bölgesinin başkentidir. Barselona merkez nüfusu 1,6 milyon civarında olup, İspanya’nın ikinci büyük kentidir. 

İspanya’nın Paris’i olarak adlandırılan Barselona’da ana dil Katalanca olup, İspanyolca ikinci dil olarak kullanılır. Bazı Katalanlar tarafından, İspanyolca, kullanılmaz bile. Katalanlar, Katalanca dili dışındaki dillere de pek yüz vermezler, İngilizce konuşmak istemezler. Rehberiniz olmadığı zamanlarda, anlaşabilmenin en iyi yolu, vücut dilini kullanmaktır.


M.Ö 230 yılında kurulmuş olan Barselona’nın tarihi, İspanya tarihinden daha eski. Stratejik konumu, limanı ve doğal kaynaklarının zenginliği nedeniyle, sürekli olarak, yabancıların istilasına uğramış. Romalılar geldiğinde; yollarını, sulama kanallarını ve su kemerlerini yapmışlar. M.S. 415’te Vizigotlar'ın yönetimine girmiş. Yaklaşık 300 yıl Vizigotlar'ın yönetiminde kalan şehir 711 yılından sonra Endülüs Emevî Devleti yönetimince fethedilmiş. 
İber Yarımadasında Endülüs Döneminin başladığı yıllarda, Büyük İspanya İmparatorluğu çalışmaları da başlamıştı. İspanya Yarımadasından Müslüman Emevîlerin kovuluşu olan Reconquista, yani Yeniden Doğuş süreci, Kastilya’daki iç savaşı kazanarak tahta çıkan Kastilya kraliçesi Katolik I. Isabel ile Aragon kralı Katolik II. Fernando’nun evlenmesi ve iki hanedanın birleşmesiyle sonuçlanacaktır.


Bu birleşmeden sonra da Endülüs’teki Ronda, Seville, Kordoba ve Granada gibi şehirler iki hanedan tarafından ele geçirilecektir. Kastilya ve Leon Kraliçesi I. Isabella ile Aragon Kralı II. Ferdinand tarafından 31 Mart 1492’de Elhamra Sarayı’nda Elhamra Kararnamesi imzalanır. İmzalanarak ilan edilen bu kararname İspanya’da yaşayan Yahudiler ‘in kovulması kararını ifade eden belgedir. 
Bu kararnameye göre Yahudi dinine mensup olan ya da kökenleri bu dine inanmış halka dayanan herkes İspanya’yı terk edecektir. Kararnamenin muhataplarına ülkeyi terk etmek için 31 Temmuz tarihine kadar süre tanınmış ve bu süre sonunda da ülkeyi terk etmeyenlerin idam edileceği belirtilmiştir. Yahudilerin büyük bir bölümü Osmanlı İmparatorluğuna sığınırken, Barselona’da kalmak isteyip can derdine düşen binlerce Yahudi de bir gecede Hristiyan olmak zorunda kalmışlar.


Rehberimizin Barselona konusundaki bilgilerini dinlerken zaman geçmiş, yol bitmiş ve Olimpik Stadın yanından tepeye giriş yapılmıştı. Bu tepeye araçla çıkabileceği gibi teleferik ile de çıkılabiliyormuş. Saat 10.00 da eteklerine ulaştığımız seyir tepesi Muntjuic’e otobüsle çıkmıştık. Barselona’yı ve modern limanı Port Vell’i panoramik olarak görebileceğimiz bir yere, kente hâkim bir kafeye yerleşiyoruz. 
Barselona’yı şöyle bir yukarıdan görmek isteyenlerin Montjuic Tepesine çıkmaları gerekiyor. Eskiden pek de rağbet görmeyen bu tepe, şimdilerde kentin en büyük eğlence parkına, olimpiyat köyüne, birçok büyük ve önemli müze ve galeriye ev sahipliği yapan oldukça önemli bir bölge haline gelmiş. 1992 Olimpiyatları ile birlikte, Barselona’da gerçekleştirilen Kentsel Dönüşüm Projesinden Montjuic tepesi de nasiplenmiş ve turistlerce ”olmazsa, olmazlardan’’ biri durumuna gelmiş.


Bulunduğumuz yer Miramar Restoran’ın terası olup, Cristof Colon Meydanına hâkim konumda. Meydanın ortasında denize bakan Cristof Kolomb heykeli ve ileride sağda Modern Barselona limanı Portvell yer alıyor. Amerika kıtasına, 1492’den başlayarak on yıl içinde dört inanılmaz yolculuk yapan Kolomb, yeni toprakları Hristiyanlaştırma arzusuyla yanıp tutuşan Kastilya Kraliçesi Isabel ile yaptığı anlaşma gereği, gezi boyunca keşfettiği ada ve toprakların genel valisi ve yöneticisi unvanlarını taşıma yetkisi alır. Ayrıca, bulunan altın, inci, baharat ve değerli ürünlerin onda birini alacaktır.

Seyir tepesinden fotoğraflar çekilirken, arkamda Modern Barselona limanı, teleferik kulesi ve Kolomb heykeli yer alacak şekilde durduktan sonra eşim fotoğrafımı çekiyor. Böylelikle, bu bölgede de ölümsüzleşmiş oluyorum. Fotoğraflarında ölümsüzleştiğimiz Muntjuic’ten ayrılarak, Gaudi’nin doğa ile bütünleştirdiği Güell Parka doğru yola koyuluyoruz.


Güell Park 1900-1914 tarihleri arasında, Güell ailesinin soyluluk göstergesi olarak yaptırılmış. Fakat 1923’ten sonra halka açılabilmiş. Diğer bir söylenceye göre; Güell Park, başlangıçta, Barselonalı zengin iş adamlarının arzusu doğrultusunda yapılmaya başlanan bahçeli evlerin bulunacağı bir site olarak düşünülmüş. Ancak; arazinin çok eğimli, çorak, işlenmesinin zor olduğu görülünce, iş adamlarının büyük bir bölümü, projeden vazgeçmiş. Kont Güell ’in sermayesi ve bazı değişikliklerle proje devam etmiş. 

Katalonya’daki sanayi devriminde çok büyük paralar kazanan Kont Güell, gücünü simgeleyecek ve kendini ölümsüzleştirecek bir eserle anılmak ister. Bir seyahatinde, İngiltere’de gördüğü ”Şehir Parklarından etkilenmiştir. 1900 yılında, Mimar Gaudi ’ye başvurarak, örnek ve gelecek kuşaklarda kendisini hatırlatacak bir park tasarlamasını ve uygulamasını ister.


Gaudi, karşılaştığı manzara karşısında, doğa ile uzlaşmayı seçer. Daha az su ve daha az bakım isteyen Akdeniz bitkileriyle yerel bitki dokusunu harmanlayan bir peyzaj uygulamaya karar verir. İlk iş olarak, kendisine tahsis edilen araziyi plastik görünümlü bir duvarla kapattıktan sonra, duvarların ”Harpuşta”sını da ( yani üstünü de) kırık; renkli kiremit ve seramik parçalarıyla kapatır. Öyle ki; Harpuştaların üzeri, Parc Güell” rozetleri ve onların arasında da, dörderli kırmızı ve beyaz diyagonaller (Çaprazlar) yerleştirerek, Katalonya Barı’nı sembolize eder. 7 giriş kapısı bulunan arazinin, ana kapısına da ”Parc” ve ”Güell” sözcüklerini yazarak, Güell Parkı’nın başladığını belli eder.


Park Güell ’in girişinde ‘’Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir oduncu yaşarmış ormanın derinliklerinde. Bu oduncunun Hansel ve Gratell adında iki çocuğu varmış.’’ Diye başlayan, ”Hansel ve Gratell” masallarındaki pasta evleri anımsatan iki bina bulunmakta. 1901-1902 yılarında yapılan bu sevimli binalarda, düz çizgilere ve dik açılara yer verilmeyerek, masalımsı bir hava katılmıştır. Güell Park gezilip, Gaudi’nin, Hansel ve Gratell masallarındaki yapılarını andıran binaları, mozaik dragonları ve kuş yuvalarıyla dalgalı bir denizi andıran viyadükler görüldükten sonra, Sagrada Familia’yı görmek üzere Park Güell ’den ayrılıyoruz.


Nihayet Sagrada Familia’yı görme şansını yakalıyoruz. Rehberimiz ‘’Ne zaman bitebileceği konusunda hiç kimsenin fikri yok.’’ Dedikten sonra, Gaudi’nin doğumunun 200. yılında bitebileceği düşünülüyor. Aslına bakılırsa, bitmemesi daha çok ilgi çekiyor. Katedralin tasarımında, 18 kulenin varlığı görülüyor. 


Merkezdeki 175 metre yüksekliğindeki kulelerden biri Hz. İsa’yı, 125 metre yüksekliğindeki diğeri Hz. Meryem’i temsil etmektedir. Gaudi’nin, 1926 yılında, bir tramvayın altında kalıp, hastanede yoksulluk içinde ölünceye kadar geçen sürede bitirilebilen 4 kule, dört incili ve yazarlarını simgeliyormuş. Geriye kalan 12 kulenin de 12 havariyi temsil edeceği ve düzenlemenin havarileri en iyi biçimde anlatacak şekilde peyzajı tasarlanmış. 


Katedral ya da Sagrada Familia, çocukluk hayallerinin bir bölümünü gerçekleştirmeye çalıştığı yerdir. Eserlerinin tasarımını yapar ve uygularken, doğa ile uzlaşmayı seçen Gaudi, bu seçimin kendisini Tanrı’ya ulaştıracağına inanır. Dindar bir Katolik olan Gaudi, yaşamının bir evresinde; bir yıl gibi kısa bir sürede, annesini, erkek ve kız kardeşini kaybettiğinde, dine olan bağlılığı ve dini adanmışlığı artmıştır.

Sagrada Familia’nın gezilmesi ve fotoğraf çekimi ile saat 13.00 de, Barselona Şaheserleri turu sona eriyor. Rehberimiz tura katılanları serbest bırakıyor. Ancak, Katalonya Meydanı’na kadar yürüyerek rehberliğini sürdüreceğini söylüyor. Birlikte Plaça de Katalonya olarak adlandırılan meydana birlikte yürüyoruz. Meydan hakkında özet bilgi verdikten sonra serbest gezme zamanı ortaya çıkıyor. Karnımızın acıktığının farkına varıyor ve rehberimiz Orhan’ın önerdiği bir yerde karnımızı doyuruyoruz. Yemekten sonra Eşim ve ben, kalabalık bir grupta ayrıntıları gözden kaçırabileceğimiz gibi, hareketimizi de yavaşlatacağı düşüncesiyle, gruptan ayrı gezmek istiyoruz.

Öncelikle, İstanbul’daki Taksim Meydanına benzettiğimiz Katalonya Meydanını tanımak istiyoruz...