İSTANBUL OTAĞTEPE FATİH KORUSU

 


Otağtepe Fatih Korusu, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ile birlikte Boğaziçi ve Rumeli yakasını kucaklayan, zengin doğasının yanı sıra, tarihle iç içe bir yaşamın buluştuğu yerdir.

Yıldırım Beyazıd Han’ın, İstanbul'un fethi hazırlıkları çerçevesinde, Anadolu Hisarı’nın planlarını ve inşaat hazırlıklarını yaparken Otağ kurduğu yer olarak bilinir Otağtepe.

Resmi kayıtlarda ''Fatih Korusu Tema Vehbi Koç Doğa Kültür Merkezi'' olarak geçse de, herkes tarafından Otağtepe Fatih Korusu adıyla anılmaktadır.

Koç Holding ve Tema Vakfı'nın katkılarıyla 2000 yılında halka açılmış harika bir yer olup; Manolyadan Nilüfere, Gülibrişim’den at kestanelerine kadar pek çok değerli bitki ve çiçek bulunuyor. içinde bulunan

Rumeli yakasından, İstanbul Boğazı’nın inci gerdanlıklarından ikincisi olan, Fatih Sultan Köprüsü’nden Anadolu yakasına geçerken, köprü bitiminin hemen sağında ve oldukça yüksek bir tepede dalgalanan devasa Ay-Yıldızlı bayrağımızın bulunduğu tepedir Otağtepe ve içindeki Fatih Korusu.

İstanbul Boğazı’nın en muhteşem manzaralarından birine sahip olan Fatih Korusu’nun 80 000 m2 yeşil alanı ile birlikte 4 000 metre uzunluğa ulaşan yürüyüş ya da koşu yolu bulunuyor.

Koruya 16.500 adet estetik değeri yüksek ağaç fidanı dikilmiş olup, sahada yürüyüş yolları, çim ve çiçek alanları, seyir terasları, yapay gölet bulunmaktadır.

Proje 2001 yılında tamamlanmış olup, düzenli olarak bakım ve kontrolleri yapılmaktadır. Korunun sponsoru olan Tema Vehbi Koç Doğa Kültür Merkezi, Avrupa Konseyi’nin 50. yıl kutlamaları nedeniyle düzenlenen Avrupa Ortak Miras Kampanyası’na kabul edilmiş.

Korunun bu aşamaya gelmesinde büyük katkıları olan Koç Holding ile TEMA Vakfını da anımsatmak yerinde olur diye düşündüm.



22 Mart 2014 Cumartesi, İstanbul...

Hava da açık, güneşli ve ılık. Boğaziçi'nin Anadolu yakasında Beykoz İlçesi Kavacık Mahallesi sınırları içindeki yeryüzü cennetlerinden bir olarak adlandırılan Fatih Korusu'na gitmek istiyorum.

Eyüpsultan Göktürk Mahallesi'nde sabah kahvaltısını yaptıktan sonra, Boğaziçi Anadolu yakasındaki Otağtepe Fatih Korusu rotamı belirledim. Göktürk-Dördüncü Levent-Beşiktaş-Üsküdar-Anadoluhisarı-Otağtepe-Fatih Korusu...

Belediye otobüsünden indiğim Anadoluhisarı'ndan Otağtepe'ye bakıyorum. Deniz seviyesinden bir hayli yukarıda. Eğimi de oldukça büyük olan cadde ve sokaklardan yürümek zorundayım.

Setüstü Sokak beni İnönü Caddesi’ne, İnönü Caddesi de Doğal Sokak aracılığı ile Tema Vehbi Koç Doğa Kültür Merkezi’nin bulunduğu Fatih Korusu’na götürecekti. 25 dakikalık zorlu bir yürüyüşten sonra koruya giriyorum.

Fatih Korusu’na girer girmez bir bilgilendirme levhası ile karşılaşıyorum. Ayrıca Fatih Korusu’nun restorasyonunda sponsor olan Koç Holding’in kurucusu Vehbi Koç’un büstü de girişte yer alan ögelerden biri.

Bilgilendirme levhasından öğrendiğime göre Fatih Korusu’nda; Heliport, Vehbi Koç Anıtı, Nilüfer Gölü, Manolya Terası, Servi Terası, Erguvan Terası, Meşe Terası ve WC bulunuyor.

Koruda ilerliyorum. Sağ tarafında Fatih Sultan Köprüsü ile bağlantılı olan çevre yolu yer alıyor. Çok yoğun bir trafik akışının gürültüsü kulaklarımıza geliyor. Yolun öbür tarafında ise Kanlıca ’nın önemli mekanlarından biri olan Mihrabat Korusu yer almakta.


Fotoğraf çekerek köprü ayaklarına doğru ilerliyorum. Boğazın karşı tarafında, Rumeli yakasında; Rumelihisarı, Levent ve Maslak semtleri ile gökdelenleri görülüyor. Biraz daha ilerleyince Nilüfer Gölü ile FSM Köprüsü’nün Anadolu ayağı karşıma çıkıyor.


Gölünün ortasından geçen nostaljik bir köprü yapılmış. Tam orta yerine gelince görüş alanımın büyüdüğünü görüyorum. Bu arada, köprüden geçmekte olan bir grubun üyelerinden birinden rica ederek fotoğrafımı çektiriyor ve ölümsüzlüğümü belgeliyorum. Değişik açılardan Nilüfer Gölü’nün fotoğraflarını çektikten sonra İstanbul Boğazı’na doğru ilerliyorum.

Bu kez, köprünün Rumeli ayağı görülüyor derken, aman Allah’ım, O da ne?

Rumelihisarı ve önünde İstanbul Boğazı bütün güzelliği ve çekiciliği ile karşımda duruyor. Büyüleniyorum adeta ve bir süre kendimden geçerek, bu masalımsı panoramik manzarayı seyrediyorum. Birden aklıma geliyor ve bu güzellikleri ölümsüzleştirmek için fotoğraf makinemi çalıştırmaya başlıyorum. Biraz daha ilerleyince Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, İstanbul Boğazı’nın ikinci inci gerdanlığı kendini gösteriyor.

Köprünün Rumeli ayağının sağ tarafında da haşmetle dalgalanan devasa Ay-Yıldızlı bir bayrak daha görüyorum. Sonradan öğrendiğime göre; TCK 17. Bölge Müdürlüğü Köprü Güçlendirme işi Kontrol Şubesi içinde bulunan bir direkte dalgalanıyormuş.

Rumeli yakasında, köprünün sağ tarafında Emirgan Semti, Sakıp Sabancı Müzesi ve Emirgan Korusu fotoğraf karelerime giriyor. Biraz daha ilerleyip, fotoğraf makinemi sola, korunun güneyine çevirdiğimde içerisinde Boğaziçi Köprüsü’nün de yer aldığı muhteşem bir görüntü ile karşılaşıyorum. Görüntünün sağ tarafında Rumelihisarı kuleleri ile Boğaziçi Köprüsü’ne doğru Bebek ve Arnavutköy yer alıyor.


İçinde bulunduğum korunun sol tarafına baktığımda ise Anadoluhisarı, Cemile Sultan Korusu, Kandilli ve Üsküdar yer almakta. Büyülenmiş bir halde bu muhteşem ve gizemli görüntüleri kendimden geçerek dakikalarca seyrediyorum. 

152 000 m2 lik alana sahip olan Fatih Korusu’nun 80 000 m2 yeşil alanı ile birlikte 4 000 metre uzunluğa ulaşan yürüyüş ya da koşu yolunun bulunduğunu öğreniyorum.

Sanki herkes burada, ortam kalabalık ve seyir teraslarından panoramik fotoğraflar çekmek oldukça zor. Sabırla bekleyerek fotoğraf çekilecek yerlere yanaşıyor ve baharın da gelmesiyle Cennete dönen ortamın fotoğraflarını çekiyorum.

Korudan ayrılırken Vehbi Koç ile TEMA Vakfı'nı anmadan edemeyeceğim.

Tema-Koç Doğa Kültür Merkezi Tarihçesi

Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yüksel Öztan’ın hazırladığı proje kapsamında, 1998 yılında TEMA- Koç Holding işbirliğinde çalışmalara başlanmış ve iki yılda bitirilmiş. Ancak, bu günkü durumuna gelebilmesi için 5 yıl emek verilmiş. Koç Holding’in katkılarıyla Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı’nca (TEMA) yapılan “Tema-Vehbi Koç Doğa Kültür Merkezi” 2000 yılında törenle açılmış. Açılışta konuşan Rahmi Koç, erozyonun bir ülke için en tehlikeli tabiat olaylarından biri olduğunu ifade vurgulayarak, Türkiye’de erozyon sonucu her yıl 1,5 milyon ton toprak kaybedilmektedir.


Bunun da, Kocaeli ve Bursa illerini 30 santimetre kalınlıkta kaplayacak miktarda verimli bir arazinin yok olması anlamına gelmektedir. Bunun önüne geçilmediği takdirde Türkiye’nin daha da hızlı çölleşeceğini anlatan Koç, ömrünü erozyonla mücadeleye adayan TEMA Başkanı Hayrettin Karaca’nın çalışmalarıyla bu konuda önemli kazanımlar elde edildiğini kaydettikten sonra, Hayrettin Karaca’ya teşekkür etmiştir.

Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA) Başkanı Hayrettin Karaca da, dünya nüfusu arttıkça tarım ürünlerinin azaldığına dikkati çekerek, “Geleceğin en korkunç silahı, biyolojik silahlar değil, buğday olacaktır. Buğday azlığı ya da buğdayın giderek azalması toplumların en önde gelen sorunlarından biridir” diye konuştu.

Bir ülkenin toprağının verimli olmasının o ülkeyi bağımsız kılacağını, ülkeye sosyal barışı ve toplumsal mutluluğu getireceğini anlatan Karaca, “Topraklarımızı bereketli kılmak için verdiğimiz mücadele ülkemizin bağımsızlık mücadelesidir” demiştir. Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna her iki kuruluşa teşekkür etmiş. İçinde Osmanlı hanımlarından Fatma Sultan için yapılan köşk ve sarnıcın bulunduğu bu arazinin TEMA tarafından yapılmadan önce harap bir halde olduğunu ifade ederek, her iki kuruluş tarafından “İstanbul’a nadide bir köşe kazandırıldı.’’ Demiştir.

İSTANBUL MİHRABAT TABİAT PARKI

Avrupa yakasından, Sultan Mehmet Köprüsü ile, İstanbul’un Anadolu yakasına geçtiğinizde sağ tarafınızda Fatih Korusu, sol tarafınızda ise Kanlıca’nın simgelerinden biri olan Mihrabat Korusu yer alır.

Günümüzdeki adıyla Mihrabat Tabiat Parkı’dır Mihrabat Korusu.

Mihrabat Korusu, İstanbul Boğazı'na bakan Kanlıca tepelerinde yer alan pitoresk bir doğal cennet olarak karşısına çıkar ziyaretçilerinin.

Bu büyüleyici, resmi yapılmaya değer, yani pitoreks yerle ilgili bazı bilgilerin detaylarını sizlerle paylaşmak istedim.

İlk karşılaştığımda oldukça ilginç gelen “Mihrabat” adı, güneş ve ayı temsil eden “Mihr” ile güzelleşmeyi ve muhteşemliği simgeleyen “Abat” sözcükleri birleştirerek oluşturulmuştu.

Mihrabat Korusu'nun bulunduğu arazi, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde, Mısırlı Abbas Halim Paşa'nın kızı Rukiye Hanım'a hediye edilmişti.

Yüzyıllar boyunca mehtaplı gecelere, müzikli toplantılara ve büyük kutlamalara ev sahipliği yapmış, padişahları, sanatçıları ve ileri gelenleri ağırlamıştı.

Yaklaşık 210.000 metrekare alana yayılan Mihrabat Korusu, Ortaköy sahili, Rumeli Hisarı ve İstinye Körfezi dahil olmak üzere Boğaz'ın nefes kesen manzaralarını sunuyor konuklarına.

Özellikle bahar aylarında; fıstık çamları, çınarlar, selviler, erguvanlar, defne ve siklamen kokularının havayı doldurduğu bahar aylarında keyifli bir atmosfer yaratıyor Mihrabat Korusu'nun dar yollarında gezinenlere. Hala elini tuttuğunuz sevgiliniz yanınızda ise.

Özdemir Asaf’ın şiirini anımsatmadan geçemeyeceğim.

Şu anda İstanbul’da olmak isterdim.

Mihrabat Korusunun dar yollarında seninle

Yan yana, yana yana yürümek…

Bir de martıların kanatlarından seyretmek İstanbul’u.

Aralarında Yahya Kemal Beyatlı'nın da bulunduğu yazar ve şairler bu doğal vahadan ilham almışlardı.

Mihrabat Korusu'nda restoran, kafe, etkinlik alanları, yürüyüş yolları ve amfi tiyatro bulunmaktadır.
Çocuklu aileler için muhteşem bir yerdir. Çocuklar parkın keyfini çıkarabilir.

İlkbahar, yaz, sonbahar ya da kış aylarında ziyaret ettiğiniz Mihrabat Korusu, Asya ile Avrupa'nın buluştuğu bir rüya bahçesi duygusu veriyor konuklarına. Ayrıca, oldukça büyük bir otoparkı da bulunmaktadır tesislerin.

Ulaşmak için; Avrupa yakasındaysanız arabanızla köprü güzergahını kullanmak uygun olur. Diğer taraftan, Kanlıca'dan kalkan şehir içi feribotları kullanarak da deniz yoluyla Mihrabat Korusu'na ulaşabilirsiniz

Ziyaret etmeyi planlıyorsanız, 180 çeşitten oluşan nefis kahvaltı büfesini kaçırmayın!

Mihrabat Korusu, doğanın güzelliği ile tarihin iç içe olduğu, adına yaraşır güzellikteki bu koru ve eklentilerini mutlaka ziyaret etmelisiniz.



31 Mart 2017 Cuma, Mihrabat Korusu...

Dünyada Cennetin izdüşümü olarak tanımlanan Hıdiv Kasrı’nı gezmiş, Kanlıca ’ya inerek Kanlıca İskelesi’nde meşhur pudra şekerli Kanlıca Yoğurdunu yemiştim. Böylelikle dinlenmiş, enerji toplamıştım. Mihrabat Korusu-Tabiat Parkı'nı görmemek olmazdı.

Kanlıca İskelesi’nden hareketle, çam kokularının izini sürüp Fıstıklı Yokuşunu tırmanmaya başlıyorum. yokuşun bitiminde beni iki köprüyü de kucaklayan muhteşem manzarası ve tüm ihtişamıyla Boğaziçi’nin büyüleyici görüntüsü karşılıyor.


Eğimi oldukça fazla olan Fıstıklı Yokuşunda 20 dakikalık zorlu bir yürüyüşten sonra Mihrabat Korusu’na ulaşıyorum.

Mihrabat Tabiat Parkının Osmanlı İmparatorluğu döneminde de önemli bir piknik alanı olduğuna dair bilgiler edinmiştim gelmeden önce.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahlarından I. Mahmut tarafından kurulan ve dönem padişahlarının da sıklıkla gittiği yerlerden olan, o zaman ki adıyla Mihrabat Korusu, günümüzde de İstanbul’un en gözde mesire yerlerinden biriydi.

Koru adını Mihrabat Kasrı’ndan ve hediye ediliş biçiminden almış. Kelimenin etimolojik kökeninde ‘’Mihr’’ Güneş ve Ay’ı temsil ederken ‘’Abat’’ ise Güzelleştirme, daha mükemmel hale getirmeyi temsil eder.

Bu durumda ‘’Mihrabat’’ Güneş ve Ay’ın güzelleştirilmiş ve mükemmel hale getirilmiş halidir. Diye yorumlanabilir. Koruyu gezerseniz kelime anlamının yerli yerine oturduğunu göreceksiniz.

Nitekim başta Yahya Kemal Beyatlı olmak üzere, çeşitli yazar ve şairlere ilham kaynağı olduğu söylenir Mihrabat Korusu’nun.

Koru, Abdülhamit’in Berlin Büyükelçisi Sadullah Paşa’nın eşi Necibe Hanım tarafından Mısırlı Abbas Halim Paşa’nın kızı Rukiye Hanım’a yüz görümlülüğü olarak verilmiş. Koruya adını veren Kasra gelince, bir yeniçeri isyanında yanıp kül olmuş.

Yüzyıllar boyu, mehtaplı gecelerde, sazlı sözlü boğaz eğlencelerine ihtişam ile ev sahipliği yapmış, padişahları, sultanları ağırlamış.

Muhteşem manzarası ile nice sanatçılara ilham veren Mihrabat Korusu, şimdilerde İstanbul’da Kır Düğünleri için benzersiz mekânlardan biri olarak ün yapmış.

Karşınızda Ortaköy sahili, Rumeli Hisarı, İstinye Koyu gibi uçsuz bucaksız muhteşem bir manzara ile baş başa kalıyorsunuz…

İşte bu eşsiz manzara ile Mihrabat Korusu Kır Düğünlerinin en çok aranan mekânlarından biri olmuş. Yeni sezon için hazırlık yapılan sosyal tesis görevlilerinden bilgi alıyorum.

210.000 m2 alan üzerine kurulu Mihrabat Korusu; Restoran, kafe, özel davet ve organizasyon alanları, sosyal ve kültürel faaliyet alanları, yürüyüş yolları ve amfi tiyatro gibi mekânları ile hizmet vermektedir. Çocuk parkı ve geniş kullanımlı otopark alanları ile konuklarının tüm ihtiyaçlarınız düşünülmüştür.

Geçmiş ile geleceğin harmanlandığı; Asya ve Avrupa’nın eşsiz boğaz manzarası ile buluştuğu, dört mevsimi bir düş gibi yaşayacağınız bir mekândır Mihrabat Korusu.



DÜNYA MİRASI ANTİK KSANTOS

 


UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne dâhil edilen Likyalıların efsanevi antik şehirlerinden biridir Ksantos…

Eski çağda Ksantos olarak bilinen 120 km uzunluğundaki Eşen Çayı Akdağlardan çıkıp Seki Yaylası’ndan geçerek, Ören’deki Sivrikaya’nın dibinden fışkıran ana kaynakla buluştuktan sonra, en büyük kolu olan Akçay’la birleşip Karaçay’ı da sularına katarak denize dökülür. Eşen Çayı oluşturduğu Ksantos Vadisinde onlarca Likya antik şehrine hayat vermiştir. Ksantos Antik Kenti de bunlardan biridir.

Kalkan’ın yaklaşık 20 km kuzey-batısında, Patara Antik kentinin ise 12 km kuzeyinde bulunan Ksantos Antik kenti Esen Çayı kenarındaki ovaya hâkim iki tepe üzerinde kurulmuştur. İlki Esen Çayı’nın kenarından sarpça bir kayalık seklinde yükselen surla çevrili Likya akropolü; ikincisi ise kuzeydeki daha yüksek ve geniş olan Roma akropolüdür. Likya’nın başkentliğini de yapmıştır.

Oldukça acılı bir geçmişi var bu antik kentin. İlk acılı tarihi olay Perslerle karşılaşmalarında gerçekleşmiş. Güçlü Pers ordusu, M.Ö. 545 yılında Ksantos’a saldırmış. Ksantoslular büyük bir yiğitlik örneği göstererek, o dönemde bütün düşmanlarını dize getiren Pers ordusuna direnmişler. Savaşı kazanamayacaklarını anladıklarında, kale içinde bulunan insanlarla birlikte evlerini de ateşe vererek, esir olmaktansa ölmeyi seçmişler.

İkinci acılı olay M.Ö 42 yılında Roma İmparatorluğunun güçlü adamı Brütüs’ ün işgali ile gerçekleşir. Ksantoslular önce şehrin çevresine hendek açarlar. Ancak kent çabuk düşer. Likyalılar için tarih tekerrür eder, onlar yine ailelerini kendi elleriyle öldürmek ve intihar etmek zorunda kalırlar.

Yunan tarihçi Plutarkhos’un anlattığı bu toplu intihar olayı, belki de Likya tarihinin en acılı olayıdır. İşgalci Brütüs’ ü bile gözyaşlarına boğar. Kucağında ölü çocuğuyla bir ilmeğin ucunda intihar etmekte olan Likyalı kadın, öbür eliyle evini ateşe vermektedir. Ne kendini ne evini ne de çocuğunu bırakmıştır düşmana…



17 Ekim 2017 Salı, Ksantos Antik kenti...

Kalkan’da konakladığımız bir haftalık süre içinde çevredeki tüm antik kentleri gezmek istiyorduk. Fethiye-Antalya karayolunun her beş on kilometresinde bir Xanthos UNESCO yazısını görmüştüm.

UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne dâhil edilen Likyalıların efsanevi antik şehirleri görülmeye değerdi.

Eski çağda Ksantos olarak bilinen 120 km uzunluğundaki Eşen Çayı Akdağlardan çıkıp Seki Yaylası’ndan geçerek, Ören’deki Sivrikaya’ nın dibinden fışkıran ana kaynakla buluştuktan sonra, en büyük kolu olan Akçay’la birleşip Karaçay’ı da sularına katarak denize dökülür.

Eşen Çayı oluşturduğu Ksantos Vadisinde onlarca Likya antik şehrine hayat vermiştir. Bunlardan biri olan Ksantos Antik Kenti Kalkan’ın yaklaşık 20 km kuzey-batısında, Patara Antik kentinin ise 12 km kuzeyinde bulunuyordu.

Öğleden önce ziyaret ettiğimiz Patara Ören yerinden hareket ettikten yaklaşık yarım saat sonra Kınık Beldesi’ne giriş yapıyoruz. Kınık Beldesi içine girince ana cadde Atatürk heykelini geçince ikiye ayrılıyor. Sağ taraftaki yoldan ilerleyip, tepenin eteğine gelince sola, Asar Caddesi’ne giriyoruz. Tepeye tırmanan yol bizi Likya’nın başkenti Ksantos antik kentine ulaştırıyor.


Asar Caddesi’nin solunda kalan antik kent, Eşen çayının doğu yakasında, Esen Çayı kenarındaki ovaya hâkim iki tepe üzerinde iki yerleşim birimi olarak kurulmuştur.

İlki Esen Çayı’nın kenarından sarpça bir kayalık seklinde yükselen surla çevrili Likya akropolü; ikincisi ise kuzeydeki daha yüksek ve geniş olan Roma akropolüdür.

Likya’nın başkentliğini de yapmış olan Ksantos'un oldukça acılı iki geçmişi beni de hüzünlendirmişti. İlk acılı tarihi olay Perslerle karşılaşmalarında gerçekleşmişti.

Güçlü Pers ordusu, M.Ö. 545 yılında Ksantos’a saldırmıştı. Ksantoslular, teslim olmak yerine, büyük bir yiğitlik örneği göstererek, o dönemde bütün düşmanlarını dize getiren Pers ordusuna direnmişlerdi.

Tarihçi Herodot, kendilerinden sayıca çok üstün Pers güçlerine karşı şehirlerini savunan Ksantlosluların savaşı kazanamayacaklarını anladıklarında, kale içinde bulunan insanlarla birlikte evlerini de ateşe vererek, esir olmaktansa ölmeyi seçtiklerini yazmıştı.


Azra Erhat’ın tercüme ettiği bir Ksantos tabletinde bulunan şiir acılı olayı acılı olayı aşağıdaki gibi betimlemişti.

Evlerimizi mezar yaptık,

Ve mezarlarımızı kendimize ev…

Evlerimiz ateşe verildi,

Ve mezarlarımız yağmalandı…

Yüksek tepelere sığındık,

Yerine dibine saklandık,

Su içinde gizlendik,

Geldiler ve bizi buldular…

Bizi yaktılar ve yok ettiler,

Bizi yağmaladılar…

Ve biz,

Analarımızın uğruna,

Kadınlarımızın uğruna…

Ve biz,

Onurumuz uğruna,

Ve özgürlüğümüzün…

Biz, bu toprakların insanları,

Topluca intiharı aradık

Arkamızda bir ateş bıraktık,

Hiç sönmeyecek…

İkinci acı olayları da, M.Ö 42 yılında Romanın güçlü adamı Brütüs, istediği haracı vermedikleri için, Ksantos'u kuşatır. Ksantoslular önce şehrin çevresine hendek açarlar. Ancak kent çabuk düşer.

Likyalılar için tarih tekrarlanacak, ailelerini kendi elleriyle öldürmek ve intihar etmek zorunda kalacaklardır.

Yunan tarihçi Plutarkhos’un anlattığı bu toplu intihar olayı, belki de Likya tarihinin en acılı olayıdır. Öyle ki, işgal tamamlandığında, Brütüs’ü bile gözyaşlarına boğar.

Kucağındaki ölü çocuğuyla bir ilmeğin ucunda intihar etmekte olan Likyalı kadın, öbür eliyle evini ateşe vermektedir. Ne kendini, ne evini, ne de çocuğunu bırakmıştır düşmana…



ANTİK PATARA KENTİ

 

Patara Antik Kenti, Antalya’nın Kaş ilçesinin Kalkan beldesi yakınlarında bulunan bir antik kenttir. Likya Birliği'nin en önemli ve en eski şehirlerinden biridir. Tarihteki ilk demokratik birliklerden biri olup, modern demokratik sistemlere ilham kaynağı olan antik Likya Federasyonu'nun başkentidir.

Antik kente girerken karşımıza çıkan, Roma döneminden kalma, İmparator Modestus adına yaptırılan Patara Modestus Zafer Takı'nın yanı sıra iyi korunmuş bir amfitiyatro, birlik merkzi ve bilinen en eski deniz feneri gibi önemli kalıntılar bulunmaktadır.

Patara'da bulunan Likya Federasyon Meclisi, antik dünyada ender rastlanan bir biçimde, bir noktada kadın başkanın da yer aldığı en eski ve en demokratik meclislerden biri olarak kabul ediliyor.

Teke Yarımadası üzerindeki Antik Likya Birliği 23 şehir devletinden oluşuyordu. Başlıcaları Faselis, Olympos, Arikanda, Myra, Patara, Ksantos, Leton, Telmessos (Fethiye), Kekova, Antiphellos (Kaş) ve Limira’dır.

Patara, dünyaca ünlü plajıyla birlikte, koruma altındaki bir arkeolojik sit alanıdır ve hem tarihi değeri hem de doğal güzellikleriyle ziyaretçilerin ilgisini çekmektedir.

12 km uzunluğundaki Patara Plajı, nesli tükenmekte olan Caretta Caretta kaplumbağalarının yumurtlama alanlarından biridir. Bu nedenle plaj, doğal hayatı koruma vakfı tarafından korunmaktadır.

Likya Federasyonu Meclis binasının restorasyonu Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle tamamlanmıştır.



17 Ekim 2017 Salı, Kalkan…

Sabahtan öğleye kadar Club Patara Evlerinin özel plajında denize giriyor, bir cennete çevrilmiş sahilinde dinlenip kitap okuduğumuz Kalkan’da dördüncü günümüz. Öğleden da kültür gezilerine ayırıyoruz.

Dün Kaş’a gitmiştik. Bu gün de Antik Likya Birliğinin başkentliğini de yapmış olan Antik Patara Kenti ile dünyaca ünlü Patara Plajlarını görmek istiyoruz.

Çok geniş bir bölgeye yayılmış olan Antik Kent Patara kalıntılarına giriş, görkemli ve çok iyi korunmuş Roma Zafer Takı'ndan yapılmaktadır.


Roma döneminde, M.S. 100’lü yıllara tarihlenen Patara Modestus Zafer Takı 19 metre uzunluğunda ve 10 metre yüksekliğinde olup, takın üzerinde Roma İmparatoru Trajan döneminde vali olan Mettius Modestus ve ailesini onurlandıran bir yazıt bulunuyor.

Zafer takını geçiyoruz. Sağ tarafımızda Patara Antik kenti tiyatrosu, restore edilmiş Likya Birliği Toplantı binası, dünyanın en eski deniz feneri ve kalıntılar var.

Patara Plajının otoparkına arabamızı park ediyoruz. Kumlara batmamak için tahtalarla yapılan patika gibi bir yoldan plaja ulaşıyoruz. Hani Türk filmlerinin çöl sahneleri vardır ya…

İşte o sahnelerin çekildiği yer Patara Plajı. 22 km’lik Patara Plajının en dar yeri 285 metre, en geniş yeri ise 1500 metre olup, Türkiye’nin en uzun kumsalı olarak nitelendirilmektedir

Bölgedeki kumsalların en uzunu olan Patara plajı incecik kumlu yapısıyla da göz dolduruyor. Denizin sığ bir yapıda olduğu plajda, yüzmeyi çok iyi bilmeyenler için de son derece uygun bir yapı mevcut.

Ayrıca, bozulmamış doğal yapısı ile doğaseverlerin ilgisini çeken Patara, mitolojiye göre bütün dünya çocuklarının Noel baba adı ile tanıdığı Aziz Nikolas ile Apollo’nun doğum yeridir.

Patara sadece muhteşem güzellikte sahiliyle değil aynı zamanda bu sahilin hemen yanı başında bulunan antik kentle de son derece ünlü bir bölge.

Binlerce yıl öncesine uzanacak bir yolculuğa çıkabilmek için bir hayli geride kalmış olan antik kentin giriş yerindeki otoparka arabayla gidiyorum. Ücretsiz giriş biletimi aldıktan sonra, öncelikle amfi tiyatroyu görmek ve fotoğraflamak istiyorum.

Patara’nın tarihi, M.Ö. 13. yüzyılda Hitit metinlerinde “Patar” olarak geçtiği döneme kadar uzanır. Demir Çağı’na ait taş balta kalıntıları, Patara’nın ne kadar eski bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Xanthos Vadisi’nde denize açılabilecek tek yer olması nedeniyle tarih boyunca önemli bir kent olma özelliğini sürdürmüştür. Kent ve limanı, yaklaşık 3 km. uzunluğundaki Ksantos vadisinin girişindedir.

Patara Limanı, Ksantos, günümüzdeki adıyla Eşen Çayı’nın getirdiği alüvyonlarla dolunca bugünkü görünümünü almıştır. Antik kentin devamında meşhur Patara Plajının halka açık kısmına ulaşılmaktadır.

Antik Kentin en güney ucunda bulunan Kurşunlu Tepe şehrin panoramik görünümünü sağlayan en güzel yerdir. Bu tepenin yamacına yaslanmış olan Patara Amfi tiyatrosu M.Ö. 2. Yüzyıla tarihlenmektedir. 10 000 kişilik kapasitesiyle Anadolu’daki en büyük ve sağlam kalmış amfi tiyatrolardan birisidir.

Tipik Roma tiyatrolarından farklı bir girişi vardır. Tonozlu girişi olmayan bu amfi tiyatro Helenistik form ile Roma mimarisi arasında geçişi temsil eder. M.S. 1. Yüzyılın ortalarında, birçok Likya kentinde etkisini gösteren şiddetli depremle yıkılmış olan tiyatro yeniden inşa edilmiştir. Doğu girişindeki kitabede M.S. 147 yılında gerçekleşen onarım ile yapılan ekleri anlatılmaktadır.

Amfi tiyatroyu dakikalarca gezip, fotoğrafladıktan sonra kuzeyindeki Patara Meclis Binası’na geçiyorum. Romalı tarihçi Livius, Patara’yı “Likya Birliği’nin merkezi” olarak tanımlamış.

1988’de başlayan Patara kazılarının daha ilk yılında, Amfi Tiyatro’nun kuzey karşısında ve Agora’ya dönük görkemli kalıntının ancak bir Birlik Meclisi olabileceği savlanmış.


2000 yılında başlanan kazı çalışmalarıyla ortaya çıkan yapı tiyatro benzeri mimarisi ve önündeki revakta ele geçen, değişik kentlerden Likyalıların heykelleri için yazılmış, çok sayıda kaide yazıtı ile bu görüşün doğrulandığı düşünülmektedir.

Roma zamanında da öneminden bir şey kaybetmeyen Patara, doğu eyaletlerine açılan bir kapı konumundaydı. İmparator Hadrianus zamanında yapılmış tahıl ambarları halen ayaktadır.

Sahili kumla dolmadan önce ticaret için son derece önemli bir konumda olan Patara, antik dünyada Akdeniz’de bulunan üç önemli hububat deposundan biri olarak kabul ediliyor.

Bilinen en eski deniz feneri, dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilen ünlü ‘’İskenderiye Deniz Feneri’’ dir. Patara’daki deniz fenerinin de, restorasyon çalışmasıyla, yaklaşık 26 metre yüksekliğe erişeceğini tahmin edilmektedir.

Patara'nın, M.S. 3. yüzyılda Ptolemaios egemenliğine girmesiyle, Likya’nın önder kenti durumuna gelir. M.S. 2. yüzyılın başında Likya’nın Seleukos Krallığı tarafından kontrol edilmeye başlanmasıyla Patara, Likya’nın başkenti olarak kabul edilir.


Bu durum, Patara’nın Roma’ya karşı özerkliğini ve Rhodos’a karşı bağımsızlığını kazandığı M.S. 167/168 yılında resmileşir ve Patara, Likya Birliği’nin başkenti olur. Bu dönemde inşa edilen Meclis Binası ve Tiyatro gibi anıtsal yapılar, tarihsel süreçle paralellik gösterir.

Patara, Apollon’un önemli bir kehanet merkezi olarak ün yapmıştır. Aynı zamanda Anadolu’dan Roma’ya nakledilen tahılların depolandığı ve saklandığı bir limandır. Tahıl depolarının kalıntıları halen ayaktadır.

Diğer taraftan, Aziz Nicholas (Noel Baba), Patara’lıdır ve St. Paul, Roma’ya gitmek için Patara’dan gemiye binmiştir.

Akdeniz kaplumbağaları Caretta-Carettaların milyonlarca yıldır yumurtalarını bırakıp yavruladığı ender yerlerden biridir Patara sahilleri. Ayrıca, bozulmamış doğal yapısı ile doğaseverlerin ilgisini çeker.

Patara Antik Kenti, hem tarihi hem de doğal güzellikleriyle ziyaretçilerini büyülemeye devam ediyor. Eğer yolunuz düşerse, bu eşsiz kenti mutlaka ziyaret edin...