BİR DİNLER MOZAİĞİ KUZGUNCUK

 


Üç dinin ibadethanelerinin bulunduğu; ezan, çan ve hazan sesinin duyulduğu bir hoşgörü iklimi Kuzguncuk… Tanıdıkça daha çok sevdiğim bir mahalle oldu benim için. Cami, kilise ve sinagogun yan yana olduğu bu mahalle ya da semti sizlere da tanıtmak istiyorum.

Kuzguncuk, Boğaziçi’nin Anadolu yakasında, Üsküdar-Paşalimanı arasında bulunan Üsküdar'ın bir mahallesi. Antik adı ‘Altın Kiremit’ anlamına gelen güzide bir yer. Evliya Çelebi’ye göre semtin adı, Fatih zamanında buraya yerleşen Kuzgun Baba diye bilinen bir erenden geliyor.

Kuzguncuk Avrupa Musevileri tarafından “Kutsal Topraklara varmadan önceki son durak” olarak kabul ediliyor. Herhangi bir nedenle, vaat edilmiş olan topraklara gidemeyenlerin, hiç değilse, bir kere dahi olsa orayı görmeyi ya da yerleşip orada gömülmeyi vasiyet ettikleri biliniyor. Bu nedenle Kuzguncuk’ta geniş bir Musevi mezarlığı olduğu ve burada 630 yıllık mezar taşlarının bulunduğu bilinmektedir.

Üç dinin ibadethanelerinin bulunduğu; ezan, çan ve hazan sesinin duyulduğu bir hoşgörü iklimidir Kuzguncuk.

Dünya’da 3 ibadethanenin yan yana olduğu ender yerlerden biridir Kuzguncuk. iki Rum kilisesi, bir Ermeni kilisesi, iki sinagog ve bir de cami barındırıyor. Bu ibadethaneler birbirine bahçe ya da kapı komşusu.

Cami, kilise ve sinagogun yan yana olduğu Kuzguncuk, sadece mekânsal yakınlıkla değil, yaşanan olaylarla da hoşgörünün adresidir.

Mahalle dediğimiz şeyin burada hâlâ inatla devam ettiğini görüyoruz. Sokaklarında hâlâ ip atlanıyor, hâlâ saklambaç oynanıyor. Yaşlı ve emeklilerin, bir araya geldikleri kahvehanelerde, sohbet edip, mahallelerini daha da güzelleştirmenin yolunu arıyorlar.

Ekmek Teknesi’nden kokular hâlâ yükseliyor dört bir yana.

Sahil yolundan, Kuzguncuk’un ana caddesi İcadiye’ye girdiğiniz anda, Kuzguncuk’taki tarihi havayı solumaya başlıyorsunuz. Hemen solunuzda Ayios Yorgios Kilisesi, onun solunda da Kuzguncuk Camii bulunuyor.

İcadiye Caddesi oldukça uzun ve giderek yükselen bir eğime sahip. Eskiden dere yatağı imiş. Her iki tarafta da kahvehaneler ve meyhaneler bulunur ve üstünden köprülerle geçilirmiş. Cadde boyunca karşılıklı sıralanan 2-3 katlı, cumbalı evleri, fırınları, manavı ve küçük kafelerinde buram buram nostalji kokuları yükseliyor.

İcadiye Caddesi ile Bican Efendi Sokak’ın kesiştiği köşede PTT-Kuzguncuk bulunuyor. PTT’nin sağındaki Bican Efendi Sokak, Kuzguncuklular tarafından Postane Yokuşu ya da Sinema Yokuşu olarak biliniyor.

PTT’yi geçip, biraz daha ilerleyince, Bican Sokak ile Behlül Sokak arasında Rum Ortodoks Kilisesi yer alıyor. Aziz Panteleimon’ ithaf edilmiş bu yapının ilk inşasının tarihi Bizans İmparatoru Justinianus dönemine, M.S 550 yılına kadar tarihlenebiliyor.

Kuzguncuk’ta sokak isimleri itina ile örülmüş bir dantel gibi. Perihan Abla, Akasya, Ayçiçeği, Bahçe, Güzel Bahar, Hayırlı, Tütsülü, Yapraklı Çınar gibi insanın içini açan sokakların yanı sıra Simitçi Tahir, Baba Nakkaş, Aziz Bey, Tenekeci Musa sokakları da kollarını açmış, hoş geldin der gibi bana konuklarına bakmaktadır.

Ben Kuzguncuk’ta yeşil bir dal buldum, ona tutundum.
Kuzguncuk’ta oturuyorum; martılarla aynı katta.

Can Yücel


4 Mayıs 2014 Pazar, İstanbul...

Üsküdar İlçesi'nin bir mahallesi olan Kuzguncuk tanıdıkça daha çok sevdiğim bir yerleşke oldu benim için.

Kafamdaki sıralamaya göre mekanları gezeceğim. Boğaziçi kıyısındaki Çınaraltından başlamalıyım ki Can Yücel ve Nazım Hikmet gibi ustaları ve şairleri de anma fırsatımız doğsun.

Kuzguncuk birçok ünlü ismin de vazgeçemediği bir mahalle. Bir zamanlar Can Yücel’in mekanıymış Çınaraltı Cafe.

Oktay Rıfat, Can Yücel, Kuzgun Acar ve Teyzesi Sare Hanım’ın da yaşadığı bu semte ait bir şiiri de bulunan Nazım Hikmet bu isimlerden birkaçı sadece.

Can Yücel ve Kuzgun Acar arasında geçen bir diyalog, Kuzguncuk hakkındaki bir anekdota dönüşmüş adeta. Kuzgun Acar, “Şu Kuzguncuk’u çok seviyorum. Çok güzel bir yer” deyince, Can Yücel “Kuzgun’ a yavrusu güzel gelir” diye yanıt vermiş.

Bu tarihi anıları anımsayıp, Çınaraltı Kafe’deki çınar ağacının gölgesinde oturup boğaza karşı çayımı yudumlarken, Can Yücel’in ”Ben Kuzguncuk’ta yeşil bir dal buldum, ona tutundum. Kuzguncuk’ta oturuyorum; martılarla aynı katta.” ikili mısrasını da anımsama fırsatını yakalamış oldum.


Çayımı içtikten sonra Çınaraltı’ndan ayrılarak, iskele karşısındaki Kuzguncuk Camisi’ne gidiyorum. Temizlik yapmakta olan görevliye ”Cami açık mı?” sorusunu yöneltiyor ve ”Açık” yanıtını alınca ayakkabılarımı çıkarıp, cami içine girmek istiyorum ama, kapalı.

Caminin şadırvanı altındaki son cemaat yerinde namazımı kılmamı istiyor temizlik yapan görevli. Biraz canım sıkılmakla birlikte, cami dışına çıkarak, değişik açılardan fotoğraflarını çekiyorum.

1952 yılında inşa edilen Kuzguncuk Camisi, kilise papazının izniyle, İstanbul’un ilk ve tek kubbeli kilisesi olan Surp Krikor Lusaroviç Ermeni Kilisesi’nin bahçesine yapılmış.

Caminin inşaatında pek çok gayrimüslim çalışmış. Surp Kirkor Lusaroviç Ermeni Kilisesi papazı da inşaatta kullanılmak üzere, o zamanın parasıyla 500 TL yardımda bulunmuş.


Cami ile kilise siluetinin birlikte görünmesi, binaya ayrı bir dostluk anıtı kimliği kazandırmış. Bu tür görüntülere çok ihtiyacımız olduğu bir dönemde olduğumuzu düşünerek üzülüyorum.

Kilisenin İnternet sitesinden edindiğim bilgilere göre; Surp Krikor Lusaroviç Ermeni Kilisesi’nin yapılış tarihi, kilise içerisindeki kitabesinde yazdığına göre, Patrik Zakaryan Ağavani’nin zamanında, 1831 yılında yapımına başlanmış, 11 Mayıs 1835 ibadete açılmış.

Zamanla tahrip olan yapı 1865 tarihli ferman üzerine Bedros Ağa Şalcıyan ve Kuzguncuk’taki Ermeni cemaatinin maddi katkılarıyla büyük bir onarım geçirmiş. 1967 de ise kilisenin içinde bazı düzenlemeler ve tamirat yapılmış.

Kilise ana caddeden alçak bir duvar üzerine demir parmaklıkların ayırdığı küçük bir avlunun içinde bulunuyor. Dış görünüşü son derece sade olup iki kat ve giriş kapısı yuvarlak kemerler içerisine alınmış. Plan şeması Ermeni kiliselerinde çok kullanılan kapalı Yunan haçıdır. Orta mekanın üzerini örten basık kasnaklı kubbe penceresizdir.

Kuzguncuk İskelesi karşısındaki cami ve kiliseyi geride bırakarak, İcadiye Caddesi’ne giriyorum.

Girişin hemen solunda Kuzguncuk Musevi Sinagogu bulunuyor. Kapısı kapalı, ziyaret olanağı yok. Sinagogun caddeye bakan tarafında, gelir getirmek amacıyla düzenlendikleri anlaşılan bölümlerinde Kuzguncuk Taksi, Berber ve Manav yer almış.

1492 yılında İspanya’dan sürülen Musevilerin ilk yerleşim yerlerinden biridir Kuzguncuk. Bu nedenle Kuzguncuk, Avrupa Musevileri tarafından “Kutsal Topraklara varmadan önceki son durak” olarak kabul ediliyor.

Herhangi bir nedenle, vaat edilmiş olan topraklara gidemeyenlerin, hiç değilse bir kere dahi olsa orayı görmeyi veya Kuzguncuk’a yerleşip orada gömülmeyi vasiyet ettikleri biliniyor. Bu nedenle Kuzguncuk’ta geniş bir Musevi mezarlığı olduğu ve burada 630 yıllık mezar taşlarının bulunduğu bilinmektedir.

1933 yılında yapılan sayıma göre 580 hanede 4000 kişinin yaşadığı ve bu nüfusun büyük çoğunluğunu Yahudiler, kalanının da sırasıyla Rumlar, Müslümanlar ve Ermeniler’ in teşkil ettiği kayıtlarda belirtilmiştir.


Kuzguncuk’taki sinagog, Kuzguncuk Musevi Cemaati Vakfı bünyesinde bulunan iki Sinagog’ tan büyük olanıdır. Halk tarafından Kehilla Santral/ Merkez ya da Kal de Abaşo/ Aşağı Sinagog olarak adlandırılmış.

Her ne kadar Beth Yakov Musevi Sinagogu 1878 yılında inşa edildiği söylense de, yapılan bazı araştırmalar 1862 yılında tamiri için Osmanlı Sultanı tarafından bir “izin fermanı” yazıldığını, dolayısıyla da daha eski bir tarihte inşa edildiği fikrini vermektedir.

Bahçe içerisinde Yakov Mizrahi anısına oğlu Sabetay Mizrahi tarafından yenilenen ve belirli zamanlarda duaya açılan bir Midraş bulunmaktadır.

Beth Yakov Musevi Sinagogu’nu geride bırakarak İcadiye Caddesi’nde ilerliyorum.

Bican Efendi Sokak ile Behlül Sokak arasında Rum Ortodoks Kilisesi yer alıyor. Aziz Panteleimon’ ithaf edilmiş bu yapının tarihi Bizans İmparatoru Justinianus dönemine, M.S 550 yılına kadar uzanabiliyor. İkinci kez inşası şimdiki yapı olup, 1821 yılında gerçekleşmiş.



Kilisenin yanında, yol üzerinde, kare planlı küçük bir ayazma da bulunuyor. Andon Hüdaverdioğlu tarafından yaptırılan Çan Kulesi 1911 yılında eklenmiş. Kuzguncuk’taki Rum Ortodoks Kilisesi, İstanbul’daki en eski kiliselerden biridir. Kilise kapalı olduğu için gezme olanağı bulamadım.

Geri dönüyor ve İnci Çayırlı ya da eski adıyla Tufan Sokağın köşesine geliyorum. Köşede Metet adında bir dönerci bulunuyor. Dönercide çalışanlardan birine Nakkaştepe’ye nasıl gidebileceğimi soruyorum. İnci Çayırlı Sokağını izleyin, sizi götürür diyor.


Eski adıyla Tufan Sokak üzerinde, Yenigün Sokak başına gelinceye kadar eğimsiz, düz bir yolda ilerliyorum. İnci Çayırlı Sokağının iki tarafında yer alan konutların büyük bir bölümü yeni sayılabilecek yapılar. Birkaç tane cumbalı ev görüyorum. İlerliyorum, İnci Çayırlı ile Yenigün sokağının kavşağında oldukça gösterişli kırmızı bir köşk bulunuyor.

Köşkü geçip, sokağa giriyorum. Sokak levhasına bakıyorum, Yenigün Sokak yazıyor. Bu sokakta birden kendimi eski zaman filmlerinde gibi hissediyorum. Sokak ve evler tamamen nostalji kokuyor.


Yenigün Sokak içindeki evler cumbalı ve pastel renkleriyle dikkatleri üzerlerinde topluyorlar. Sokakta fazla yokuş yok. Cumbalı evlerin pencerelerin önlerinde türlü türlü çiçekler bulunuyor, açmışlar. Canlı renkleriyle, sokaktan geçenlere yaşama sevinci aşılıyorlar. Benim de yaşama sevincim artıyor ve bu sevinçle, sokakta bir hayli fotoğraf çekiyorum. Sonra da Tufan ya da İnci Çayırlı sokağa geri dönüyorum.

İnci Çayırlı Sokağın bundan sonraki bölümünde önemli sayılabilecek bir eğim var. Biraz daha yukarı çıkınca, geri dönüp bakıyorum. İnci Çayırlı ile Yenigün sokaklarının kavşağındaki kırmızı köşk ve iki tarafındaki sokaklar çok güzel bir fotoğraf karesi oluşturuyor.

Hemen fotoğraf kerlerinde yerini alıyor. Derken Güzel Bahar Sokak kavşağına geliyorum. Sokağa giriyorum ilginç yapılar var mıdır? Diye. Böylelikle yokuşun üzerindeki etkisini de hafifletmiş oluyorum.

Güzel Bahar Sokağının yeşilliği bol ve çiçekli. Birkaç cumbalı ev gördüm. Başlangıçta bana çıkmaz sokak gibi göründü ama, çıkmaz sandığım yerden bir merdivenle Yenigün Sokağa inilebiliyor. Araç trafiği açısından ise çıkmaz sokak özelliği taşıyor.


Fotoğraflarımı çektikten sonra tekrar İnci Çayırlı Sokağa dönüyorum. Arada sırada da geri dönerek İcadiye Caddesi’ne bakıyor ve ne kadar yükseğe çıktığımı anlamaya çalışıyorum. Çünkü, bu çıkışın bir de inişi var.

İcadiye Caddesi’ne bakarken, sokağın sol tarafının büyük bölümünün orman vasfı taşıdığını görüyorum. Tekrar İnci Çayırlı Sokak’ta tırmanmaya başlıyorum. Yol bitti derken, karşımda pastel renklere boyanmış dört katlı bir binanın sağ tarafında Kuzguncuk Rum Ortodoks Kabristanı görüş alanıma giriyor. Sol tarafta ise İnci Çayırlı Sokak varlığını sürdürmeye devam ediyor.

Ben sağa yönelerek Rum Ortodoks Kabristanına giriyorum. Karşıma Arnavut kaldırım taşlarıyla döşenmiş ve taştan merdivenlerin bulunduğu bir patika ile göze çarpmayan bir gecekondu çıkıyor.

Sanki bir koru içerisinde yürüyormuş duygusuna kapıldım. Bir süre sonra da kabristana ulaştım.

Mezarların birindeki MARKOS APOSTOLİDİS yazılı levha hemen dikkatimi çekti. Parantez içinde de MARKO PAŞA yazıyordu.

Çocukluğumdan beri hafızama yer etmiş bir deyim geldi aklıma. Zor ve çözümsüz görünen sorunlarda ”Derdini Anlat Marko Paşaya” deniliyordu.

Neden böyle dendiğini anlamamakla birlikte benimsediğimiz bir söylem biçimiydi.

Levhayı okuyorum. 1824 yılında Yunanistan’ın Siros adasında doğmuş Marko Paşa. İlk ve orta öğrenimini Siros’ta tamamlamış. Askeri Tıp Okulunu İstanbul’da okumuş ve 1851 yılında mezun olmuş.

Mezun olur olmaz da okulun Hariciye Kliniği Cerrahi bölümünde öğretmen yardımcısı olarak işe başlamış. Cerrah olarak büyük ün kazanmış ve Osmanlı tarihinde Tuğgeneral olan ilk hekim olmuş.

Dönemin Osmanlı Padişahı Abdülaziz, 1861 yılında, Marko Paşa’yı sarayın hekimbaşı yapmış. 1871 yılında Mekteb-i Şahane Nazırlığına getirilmiş. 1877 yılında Meşrutiyetin ilanından sonra Mecli-i Ayan üyesi olmuş.

Diğer taraftan Türk Kızılayı’nın ilk kurucularından olan Marko Paşa, hekimliği kadar sosyal etkinlikleriyle de tanınmış bir kişiymiş. Herkesin her türlü derdini dinlemesiyle de ”Dert Babası” olarak tanınmış. Dertlerini dinlediği kişilere sorduğu sorularla, dertlerinin çözümlerini kendilerinin bulmalarını sağlarmış.

Anlat derdini Marko Paşa’ya” Deyimi onun bu tür etkinliklerinin sonucuymuş. 1888 yılında Mekteb-i Tıbbiye Nazırı iken İstanbul’da ölmüş.

Marko Paşa’nın mezarı başındaki bilgilendirme panosu, onlarca yıl kullandığımız ”Anlat derdini Marko Paşa’ya” deyiminin nereden kaynaklandığını da öğretmiş oldu.

Teraslar halinde düzenlenmiş Rum Ortodoks Kabristanı ziyaretimi tamamlayarak, tekrar İnci Çayırlı Sokağa çıkıyorum. Bu sokağın devamı da beni Babanakkaş Sokağa götürüyor.

Babanakkaş Sokağı, Fatih Parkı ile aynı seviyede neredeyse. Boğaziçi’ne hakim bir konumu var. Gezintim Nakkaştepe Deli Koç Sokağı ile devam edip, Koç Holding’in Nakkaştepe’deki genel yönetim merkezine kadar devam ediyor ki tam karşısında da Nakkaştepe Musevi Mezarlığı bulunuyor. Kapalı olduğu için gezme olanağı bulamadım.

Sıra, korunması için büyük mücadeleler verilen Kuzguncuk Bostanı yerleşkesini görmeye geldi.


Bir şahıs malı iken, ranta kurban gitmesin diye, kamulaştırılan Kuzguncuk Bostanı, gezilecek yerler listesine dahil edilmesi gereken bir yer.

17 000 metrekare arazi üzerine kurulan bostanda tarım alanları, hobi bahçeleri, meyve bahçeleri, tıbbi, aromatik bitki alanları, mesire alanı, amfi alanı, yürüyüş yolları, çocuk oyun alanı, basketbol sahası yer almaktadır.

Ayrıca 100 küçük parselin bulunduğu bostan, Kuzguncuk sakinlerinin tarım yapmasına da imkan sağlamaktadır. Bu parseller her yıl Üsküdar Belediyesi tarafından semt sakinleri arasından kurayla belirlenmektedir.

Sizler de Kuzguncuk Bostanına gelerek hobi bahçelerinde doğa ile içe içe bir gün geçirebilir, çocuklarınızın toprakla iç içe olmasını sağlayabilir ve harika fotoğraflar çekerek günü sonlandırabilirsiniz.