ANILARDA BULGARİSTAN DÖNEMİ

 

Emine ve Ahmet Akıncı anısına…

Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani düşmanla sonuna kadar dövüşenler, çekilen ordunun ric’at hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

BİRİNCİ BÖLÜM

BALKANLAR VE GÖÇ HAREKETLERİ

Türkler, yaklaşık 700 yıl, Bal ve Kan anlamına da gelen Balkanlar’da yaşadılar. Bazı tarihçilere göre Balkanlar, aslında Dağlık ve Ormanlık yer anlamına gelmektedir. Karadeniz ile Adriyatik Denizi arasındaki dağlık ve engebeli sahaları oluştururlar. Makedonya, Kosova, Bulgaristan, Yunanistan, Bosna-Hersek ve Romanya’da yaşayanlara Balkan Türkleri denilmektedir.

Türklerin, Türkmenlerin göçleri, tarihimizin en üzücü sayfalarını oluşturmaktadır. Balkan Türkleri dramının edebiyatımıza da yansıması birçok duygusal romanın ortaya çıkışını sağlamıştır. Çünkü Balkan Türk Edebiyatı bir ölçüde göç hareketleri ve gerçeklerinin aynasıdır.

Osmanlı Beyliği 1300’lü yıllarda Bizans’a yakın sınır bir bölgede ortaya çıkmıştı. Rumeli’ye geçiş, Osmanlı Devleti’nin büyümesinde en etkili rolü oynamıştı. Gelişme Rumeli’de gerçekleşmiş, Edirne Osmanlının İkinci Başkenti olmuştu.

Bu nedenle Osmanlı Devleti, Rumeli güdümlü bir Türk- İslam Devletiydi. Bugün Anadolu ve Anavatan olarak kabul ettiğimiz pek çok şehrimizin fethi, Rumeli’de fethedilen pek çok şehirden sonra olmuştur. Osmanlı Rumeli’deki varlığını güçlendirmek ve sürdürebilmek için, Anadolu’daki pek çok Türkmen grubunu sürgünler ve iskânlar neticesinde Rumeli’ye yerleştirmişti.

Rumeli’ye yerleşecek olan Türk ailelerinin öncelikle gönüllü olması istenmiş, gönüllü olmadıkları takdir de zorla sürgün edilerek fetih edilen bölgeye iskân ettirilmişti. 14. yüzyıl ortalarındaTürklerin Rumeli’ye geçişi, Balkanlar’ın tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuş, Osmanlı Devleti büyümüş ve 600 yıl sürecek bir imparatorluğa dönüşmüştü.

Balkanlar’ın dağlık ülkelerinden biri olan Bulgaristan’da kurulmuş olan İkinci Bulgar İmparatorluğu 14. yüzyılın sonlarında dağılmış, ortaya çok sayıda küçük krallıklar çıkmıştı. Osmanlı bu durumu fırsat bilip, Bulgar İmparatorluğu’nun topraklarını fethe başlamıştı. 1389’da Çandarlı Ali Paşa tarafından fethedilen Şumnu bölgesi, ki doğduğum Karagözler Köyü de bu bölgede yer alıyordu,

Osmanlı döneminde stratejik önem taşıyan askeri üslerden biriydi Şumnu ya da Şumen. Şumnu bölgesine yerleştirilen Türkler ve Türkmenler Osmanlının ileri karakolu olmuş, Viyana’ya doğru büyümesini sağlamıştı.

Ne var ki 1683’te gerçekleşen İkinci Viyana kuşatmasının başarısız olması imparatorluk için sonun başlangıcı oldu. Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti, artık kendi gündemini kendi tayin edemez bir hale getirildi, Osmanlının gündemini daha çok Avrupalı devletler belirledi.

Osmanlının gelişme döneminde Balkanlara olan göç ya da sürgün, 1683 yılından sonra ''tersine göç'' olarak karşımıza çıktı.

Osmanlı Devleti’nin göçler konusunda en çok sıkıntı yaşadığı ve zorlandığı dönem, 93 harbi olarak da bilinen, 1877-78 Osmanlı Rus harbinden sonra gerçekleşen 93 göçüydü.

93 harbinden sonra Anadolu’ya göçmek zorunda kalan beş buçuk milyon civarındaki Türkün en az 500 bin kişisinin, yollarda eşkıyalar ve çeteler tarafından öldürüldüğünü tarih kitapları yazmaktadır.

Daha çok 93 Harbi olarak bilinen, 1877–1878 Osmanlı Rus Harbi yaklaşık bir yıl sürmüş, Rus orduları önemli bir dirençle karşılaşmadan Yeşilköy’e kadar ilerlemişti. Osmanlı Devleti Ayastefanos Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştı.

Batı Avrupa ülkelerinin itirazları nedeniyle antlaşma geçerliliğini yitirmişti. Yeniden imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devlet’i toprak ve nüfuzunu büyük ölçüde yitirmiş, Tuna Vilayeti ’nin Sofya, Vidin, Rusçuk, Tırnova ve Varna Sancakları üzerinde küçük bir Bulgar Prensliği kurulmuştu.

1389'da girdiğimiz Bulgaristan’dan, 1878'de gerçekleşen Bulgaristan'ın bağımsızlığına kadar, yaklaşık 500 yıllık bir zaman Osmanlı hakimiyetinde kalmıştı.

Batı Avrupalı devletleriyle birlikte Çarlık Rusyası da, Bulgar Milli Devleti ile birlikte, Balkan milli devletlerinin kurulması ve şekillenmesi açısından, Türklerin Balkanlar’dan Anadolu’ya göçünü adeta zorunlu hale getirmişti. Biz de onlardan biriydik.

Bulgaristan İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer almıştı. Almanya’nın savaşı kaybetmesiyle Rus Orduları 8 Eylül 1944 tarihinde Bulgaristan’a girmiş, Bulgaristan’daki Alman yanlısı hükümet görevden uzaklaştırılmış ve Alman karşıtı Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) iktidara gelmişti.

Kendisini Enternasyonalist, Marksizm-Leninizm’in örnek uygulayıcısı, ülkedeki azınlıkların koruyucusu olarak gösteren Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) Türklere, Müslümanlara ve diğer azınlıklara ilişkin politikası, zamana ve olaylara göre değişiklik göstermişti.

Parti, Türkler dâhil tüm azınlıkların desteğine ihtiyaç duyduğu zamanlarda ılımlı politikalar güderken, ihtiyacı kalmadığı zamanlarda sert bir siyaset izlemişti. İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşizme ve kapitalizme karşı silahlı mücadeleye giriştiği dönemde Türklere, Yahudilere, Ermenilere, Rumlara ihtiyacı olmuştu.

İktidara geldiklerinde siyasi, sosyal ve ekonomik haklarda tam eşitlik, birlik, beraberlik, kültürel alanda ise özerklik ve serbestlik vaat etmişlerdi. Aralık 1944’te Türk azınlığın temsilcileri ile yaptıkları görüşmelerde Azınlık temsilcileri, devrimden sonra bile, faşist dönemden kalma ayrımcılığın devam ettiğini ifade etmişlerdi. BKP'de ayrımcılığın sona ereceği konusunda söz vermişti.

BKP yöneticilerinin Şubat 1948’de yaptığı kongrede kabul edilen program sayesinde, azınlıklarda, tam bir özgürlük havası esmişti. Sözkonusu programa göre Bulgaristan’daki azınlıklara ana dillerinde eğitim yapma hakkı verilecekti.

BKP yönetimi, bir yandan peş peşe özgürlükler ilan ederken diğer taraftan, Rusya'nın telkinleriyle ülkedeki Türklerin dışladı. Güven duyulmayacak azınlık olduğuna, bir bölümünün Bulgaristan’dan gönderilmesine karar verdi. BKP Milli Şurasına bağlı Azınlık Komisyonu kuruldu. 1949’dan itibaren de Türklerin, Bulgaristan’dan gönderilmesine yönelik somut adımlar atılmaya başlandı.

10 Ağustos 1950’de Bulgar Hükümeti bir nota ile Türkiye’ye göç etmek isteyen 250.000 Türk’ün üç ay içerisinde Türkiye’ye kabul edilmesini istemişti. Gerekçe olarak da, Demokrat Parti yönetiminin Bulgar düşmanlığı, Bulgaristan Türklerine olumsuz şekilde yansıdığını, tarımda Bulgaristan’ın yıllık üretiminin düştüğü öne sürülmüştü.

Türkiye’nin Sofya Elçisi Şefkati İstinyeli, yaptığı açıklamada 250 bin kişinin 3 ayda, pasaport ve vize işlemlerinin yetişmeyeceğinden, Türkiye’ye gitmesi olası değildi. Bulgarların askerî kamyonlarla sınıra getirdikleri göçmenlere, eziyet olsun diye Kapıkule-Edirne yolu yaya yürütülmekteydi. Türkiye tarafından protesto edildi. 

Bulgar Hükümeti, 22 Eylül 1950 tarihinde Türkiye’ye ikinci bir nota vererek Türk azınlığa kötü davranıldığını reddederek, Türklerin Türkiye’ye kayıtsız şartsız kabul edilmelerini istedi.

İktidarda bulunan Demokrat Parti, göçmenleri yerleştirme problemleri ile uğraşırken, Türk yasalarına ve özellikle 2510 sayılı yasaya göre, ancak Türk soyundan insanlar Türkiye’ye göçmen olarak alınabiliyordu. Çingeneler Türk soyundan sayılmıyordu. Türk Dışişleri Bakanlığı, 6 Ekim 1950’de, Çingenelere giriş ve transit vizesi verilmemesini konsolosluklara bildirdi. Çingenelerle birlikte Bulgar ajanlarının da Türkiye'ye giriş yaptıkları duyumu alınmıştı.

Ekim 1950'de Türkiye-Bulgaristan sınırı giriş ve çıkışlara kapatıldı. Bulgar Hükümeti de Türklere ülkeyi terk etmeleri için 48 saat verdi. Bu süre sonunda sınırı geçemeyen Türkleri hayvan taşımada kullanılan tren vagonlarına bindirerek göç etmeye zorladı.

Ayrıca Bulgarlar; Kırcalı, Mestanlı, Darıdere, Kuşkovak ve Çorbacılar’dan topladıkları 70 vagon dolusu Türk’ü Bulgaristan’ın kuzeyine ve batısına sürdü.

Türkler, Bulgar Hükümeti’ne, henüz taşınmaz mallarını ve hayvanlarını satamadıklarını, pasaportlarını çıkaramadıklarını bildirdilerse de, Bulgar Hükümeti göçmenleri göçe zorlamaya devam etti. 100 bin leva değerindeki bir araba satılığa çıkarıldığında, birkaç bin levaya dahi alıcı bulunamamaktaydı. Yeni alıcının mallıa bir bahane ile hükümetin el koyması daima mümkündü. Müşterisizlikten satılamayan ve götürülemeyen Emek Kooperatiflerine aktarılmaktaydı.

Türkler, tren istasyonlarında günlerce aç bırakıldıktan sonra, tüm göçmen kafilelerinin trene binmesi için 20 dakikalık zaman bırakılmaktaydı. Üstelik, insanları ve eşya katarlarını ayrı zamanlarda nakletmekteydi. Diğer taraftan, göçmenler nakliaye için Bulgaristan’a ücret ödemek zorundaydılar. Bütün bunlar Bulgaristan’dan göçenlere yapılan işkenceler olup, hastalıkların yayılmasına göz yumuluyordu.

Türk Hükümeti, Bulgar Hükümeti’nin yayınladığı notanın devletlerarası yazışma nezaketinden uzak olduğunu, Türklerin taşınabilir mallarının Türkiye’ye ücretsiz getirilmesine izin verilmesini istedi. 

İzin verilmediği gibi, Bulgaristan komünist yönetimi bölgede yaşayan Türklerden ağır vergiler almaya, köyde üretim yapan Bulgar Türklerinin ürettikleri ürünlerin önemli bir bölümünü devlete vermesi için baskı yapmaya, Türk çocuklarını Truduvak adı verilen işçi asker taburlarına alınarak ağır işlerde çalıştırmaya, okul çağındaki çocukları alıp Brigadir adı verilen kısa süreli işçi taburlarında çalıştırmaya başladılar.

1951 yılı Şubat ayı ortalarına geldiğinde, Türkiye’ye gelen göçmen sayısı 86 bin civarına ulaşmıştı. Her gün en az 800 göçmen Türkiye’ye giriş yapmaktaydı. Yaşanan en büyük sıkıntılardan biri Türkiye sınırına Bulgaristan tarafında yapılan yığınaklardı. Bulgaristan, Türkiye ile yaptığı anlaşma gereğince her gün en fazla 800 göçmen göndermeyi taahhüt ettiği hâlde Svilengrad hududuna 20-25 bin göçmen yığılmıştı.

Bulgaristan’da yaşayan Türklerin nüfus oranlarını azaltmak için, planlı bir şekilde başlatılan Bulgarlaştırma politikaları 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar da devam etti.

1984 yılından itibaren, Türk azınlığa şiddetli bir asimile politikası uygulayan komünist rejim, amacına ulaşamayınca 1989 yılında zorunlu göçe karar verdi. Bu büyük zulmün mimarı dönemin Bulgaristan devlet başkanı Todor Jivkov ’du.

Jivkov devri kapandıktan sonra açıklanan belgeler, Bulgaristan Devleti’nin asimilasyon politikasını doğrudan komünist parti eliyle uyguladığını ortaya koydu. Belgelere göre, 1984 yılı sonlarından itibaren Komünist Parti’nin en üst karar alma birimi olan politbüro, Türklere yönelik “Yeniden Doğuş-Uyanış Süreci” adı altında sistematik bir asimilasyon siyaseti başlatmıştı.

Bulgaristan, Todor Jivkov liderliğindeki rejimin Türk ve Müslüman azınlığa yönelik 1984 ve 1989 yılları arasında uygulanan asimilasyon politikalarını 11 Ocak 2012’de kabul etti.

Ayrıca, asimilasyona uğrayan Türklerden özür dileyerek, çifte vatandaşlık hakkını tanıdı. Özellikle, 1989 yılı sonrasında Türkiye'ye göç edenleri Bulgar vatandaşlığına aldı. Önceki yıllarda asimilasyona uğrayan Bulgar vatandaşları ve çocuklarını tekrar Bulgar vatandaşlığına alacağını söyledi gerekli evrakları toplayanlar için. 

Asimilasyona uğrayarak gelen Türkler, demokratik haklar sıkıntısı nedeniyle, Avrupa Birliği üyesi olan Bulgaristan vatandaşlığı için sıraya girdiler.

Karagözler Köyü, Şumnu

1944 yılında, anamın mısır çapalarken beni doğurduğu Karagözler Köyü göç hikayemizin başlangıç konumudur.

Atalarımın doğup, büyüdüğü ve bu dünyadan göçtüğü Karagözler Köyü Bulgaristan’ın kuzeydoğusunda, bir bakıma Karadeniz Bölgesinde, Şumnu İlinin Preslav İlçesine bağlı en gelişmiş köylerden biri olarak bilinmektedir.

Çandarlı Ali Paşa tarafından fethedilen Şumnu bölgesi, ki doğduğum köy Karagözler bu bölgededir, Bulgaristan’ın Deliorman Bölgesinde bulunmaktadır. 

Deliorman Bölgesi, adını eskiçağlardan beri sahip olduğu sık ve gizemli ormanlardan almaktadır. En eski sakinleri Traklar olan bölgenin önemli ve Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirleri Varna, Rusçuk, Şumnu, Razgrad ve Filibe’dir.

Deliorman bölgesi, coğrafi konum olarak, Balkan Dağları ve Tuna nehri arasında kalan geniş, düz ve verimli bir ovadır. Bölgede yaşayan Türkler çoğunlukla kırsal kesimlerde yaşamakta ve tarımla geçimlerini sağlamaktadır.

Bölgenin en gelişmiş köylerinden biri olan Karagözler, Karadeniz’e kıyısı olan Varna'ya 90 km, Şumnu'ya 50 km uzaklıktadır.

Bağlı bulunduğu ilçe Varbitsa yaklaşık 10 km doğusunda olup, Ekonomisi çoğunlukla tarım ve hayvancılığa dayanır. Sonbahar aylarında gerçekleştirilen Vırbitsa Panayırı az da olsa ekonomiye katkı yapar. Bulgar nüfusla birlikte Türkler çoğunluktadır.

Çarlar Şehri Preslav köyümüzün 40 km kuzey-doğusundadır. Preslav ya da Veliki Preslav Bulgar Krallığının ikinci başkentiydi. 893 yılında ana şehir olarak ilan edildikten sonra Bulgaristan’ın önemli önemli kültür ve edebiyat ocağı olarak gelişmişti.

Haliyle Karagözler de bu gelişmeye bağlı olarak Bulgaristan’ın en gelişmiş köylerinden biri olacaktı.

Vırbitsa kasabası ile bağlı 21 köyün bulunduğu Gerlova, alçak düzlükleri ve tarıma elverişli toprakları kapsıyordu. Dağların ortasında, nispeten küçük bir yüksek ovaydı.

Gerlova alçağından geçen Kamçı Suyu, kuzeydeki Preslav Pass olarak bilinen Derbent Boğazını aşıp, eski Başkent Preslav harabeleri yanından geçtikten ve 191 km doğuya aktıktan sonra Karadeniz’e dökülürdü.

Günümüzde kasaba statüsünde olan Vırbitsa, dağ sırtının “geri” tarafındaki, kuzey yamacında yer aldığı için ovaya hâkim konumda olunca, bu düzlüğe “Geri-ova, Geril-ova” denmiş, sonradan Gerlova olmuştur. Geniş anlamda “Gerlova bölgesi” ise, Vırbitsa’dan 60 km kadar kuzeye devam eden ovaları kapsar ve Deliorman sınırlarıyla bütünleşir.

Verimli topraklar üzerindeydi Karagözler Köyü. Evimizin penceresinden görülen, sık ormanlarla kaplı ve heybetli dağın Sakar Balkan olduğunu öğrenmiştim Kerim dayımdan.

Sakar Balkanın içinde görülmeye değer mağaralar olduğu gibi, çıplak tepe denen zirvesine çıkıldığında, Gerlova Alçağı denen bütün ovayı rahatlıkla görebileceğimizi anlatmıştı.

Dağ florası olarak bilinen bitki çeşitliliği Sakar Balkanın bilim adamları ve çevreciler tarafından ilgi odağı olduğunu öğrenmiştim sonraki yıllarda. Sakar Balkanı benimsemiş, bize ait duygusuyla yaşamıştım.

Tipik Balkan ikliminin özelliklerini taşımakta olan köyümüzde kış ayları sert ve yoğun kar yağışlı, yazları ise sıcaktı. Köyün geçim kaynağı hayvancılık ve tarımın yanında odun işçiliğiydi. Sakar Balkan’dan elde edilen odunlar geçim kaynaklarından biriydi. Tarım olarak buğday ve arpanın yanında daha çok tütün üretimi yapılmaktaydı.

Bölge kurşun, çinko, krom, manganez ve altın gibi madenler. Ülkeyi neredebaştanbaşa gezen sorumsuz ve haylaz amcamın anlattıklarına göre, Tuna ve Meriç nehirleri Bulgaristan’ın en önemli iki akarsuyuydu. Meriç nehri havzası Bulgaristan’ın neredeyse üçte birini kaplamaktaydı.

Evimizin yanından geçen bir dere ve dereden sonra yaklaşık 600 metre uzakta da ‘’Aşağı Mahalle’’ bulunuyordu. Karagözler Köyü iki mahalleden oluşmuştu.

Köydeki derenin bizden ayırdığı ”Aşağı Mahalle” olarak bilinen yerleşim biriminde anneannem Fatma, dedem Halil, dayılarım Hüseyin, Kerim, Yusuf ve Mustafa ile teyzem Cemile kalabalık bir aile oluşturuyordu.

Rahmetli babamın askere alındığı yaz aylarında kardeşlerim ve benimle Yusuf dayımla rahmetli Kerim dayım ilgilendiğini anımsıyorum. Rahmetli Kerim dayım çok şakacı biriydi, beni ve kardeşlerimi eğlendirir, oyalardı. Böylelikle anamın yükü azalır, tarlada çalışma fırsatı bulurmuş.

Babam askerdeyken ben üç, kardeşim Mustafa bir buçuk yaşındaymış. Kardeşimle beni bir heybenin gözlerine koyar öyle tarlaya gidermiş anam.

Köyümüzde Türkçe eğitim yapan okullar kapatılmış olduğundan, okuma yazma bilen yok denecek kadar azdı. Amcam dışında Bulgarca bilen de yoktu. Babamın ”Hayta” dediği Mustafa Amcam da, bütün yükü babamın üzerine bırakıp, çok gezdiği için öğrenmişti biraz Bulgarcayı.

Bir süre sonra, yüzyıllarca anavatan olarak bellediğimiz buraların anavatan olmadığını öğrenmek hayal kırıklığı yaratmıştı Karagözler Köyünde. Anavatanın Türkiye olduğu ve göçülmesi gerektiği konuşuluyordu.

Ahmet Mustafa Durgud Ailesi

1944 yılında anam mısır çapalarken doğurmuştu beni. Babam askerdeymiş…

Havaların kanal açmaya uygun olduğu yaz aylarında olmak üzere üç yıl askerlik yapmış. Bulgar yönetimi Türklere silahlı eğitim yaptırmak yerine, yaz aylarında kanal açma işçisi olarak çalıştırmanın daha iyi olacağını düşünmüş.

1945 yılının ikinci yarısında kardeşim Mustafa, 1949 yılında da diğer kardeşim Şaban doğdu. Böylece, 1949 yılı sonlarında 5 kişilik bir aile olduk.

Babam Ahmet, soyadı olarak babası Mustafa Durgud adını kullanınca, Ahmet Mustafa Durgud olarak nüfus kütüğüne geçmişti. Soyadı kanunu olmadığından, erkekler soyadı olarak babalarının isimlerini kullanıyorlardı.

Böylece Ahmet Mustafa Durgud Ailesi olmuştuk.

Baba tarafından, nine dediğim babaannem ile dedemi hiç tanımadım. İkisi de bizler doğmadan vefat etmişlerdi.

Babamın babası Mustafa Durgud dedem köyde varlıklı biriymiş. Soyağacımız ‘’Durgut” sülalesi olarak bilinirmiş.

Rahmetli anamın deyimiyle dedem, ”Deli Durgud” olarak anılırmış köylüler tarafından.

Mustafa Durgud dedem, ölünceye kadar anam ve babamla yaşadığı için, evi bize vasiyet etmiş.

Durgud dedemden kalma evimiz, köydeki diğerleri gibi, kerpiç duvarlıydı. Çamurla sıvanmış ve değişik renklerdeki toprakla boyanmıştı.

Odaların zeminindeki tahta üzerine hasır, üstüne de kilim serilmişti. Duvarlara dayanmış kerevetler üzerinde, 5 yastık ve 3 minderden oluşan berde takımları kullanılmıştı.

Odaların kapı arkalarında, genellikle perde ile kapatılmış üçgen raflar bulunurdu.

Duvarlardan biri boydan boya ahşaptan yüklük dolabı olarak düzenlenmişti. Kalktıktan sonra yataklar buraya konulurdu.

Duvarlarından birinde uzun bardak rafı, peçe ve soba borusu bacası olurdu. Bir başka duvarda ise gösterişli, nitelikli eşyanın konulacağı özel raflar ve çiçeklik olarak da kullanılan, evin salonuna bakan küçük bir penceresi vardı.

Köyümüzdeki Türk evleri iç ve dış avlu olmak üzere iki bölümden oluşmaktaydı.

İç avlu harem olarak adlandırılabilecek, asıl hane halkının zaman geçirdikleri bölümdü. İç havluda mor menekşeler, sardunyalar ve diğer çiçekler bulunmaktaydı.

Kerpiç, taş ve ağaçtan çevrili duvarla sokaktan ayrılan dış avluda elma, armut, erik ve kiraz ağaçları vardı.

Ayrıca, tarımla uğraşıldığı için tarım araçları ve ahırlar da dış avluda bulunmaktaydı.

Dövenle harman hasadı yapılacak kadar büyük boş bir alan da bırakılmıştı. İlk yıllarda dış avlu, komşu olduğumuz Mustafa amcamla ortak kullanılmaktaydı.

Babamın dertlenirken anlattıklarına göre, amcam biraz sorumsuz biriydi. Her fırsatta evden ayrılıp aylarca amaçsızca gezdiği ve haytalık yaptığı olurmuş. Kendi işlerini de babama yıkarmış.

Bu nedenle, bir süre sonra dış avlu ikiye bölünmüş. Evlerimiz arasına sınır çekilmişti. Bu sınırdan sonra Mustafa amcamla babamın hiç yıldızı barışmamıştı.

5 Mart 1951 Pazartesi, Karagözler…

Alaca karanlıkta gözümü araladığımda, anam evdeki sobayı çoktan yakmış, bir köşede babam sabah namazını kılıyordu.

Odun sobasının önündeki hava deliğinden çıkan ateşin alevi beyaz badanalı duvara, duvardan da tavana yansıyarak odayı aydınlatıyordu. Kuzine sobasıydı yanan…

Üzerine en az iki tencere sığan kuzine sobaların fırınları da vardı. Ekmek, börek, yemek pişirmenin yanı sıra mükemmel ısınma araçlarıydı kuzineler…

Gerinerek yan döndüm. Biraz daha uyumak istiyordum. İstiyordum ama uykum bitmişti…Hiç tanıma fırsatı bulamadığım, vefat eden Durgud Dedemden kalma evimizdeki kuzineli odada yatıyorduk.

Üç odalı bir evdi dedemden kalan. Sadece yattığımız  odada soba yanıyordu. Kışın hem oturma hem de yatak odası olarak kullandığımız kuzineli odaya serilmiş olan yataklarda üç kardeş yan yana yatıyorduk.

Kardeşlerimden Mustafa 5 yaşında, Şaban ise 2 yaşındaydı.

Babam Ahmet ve anam Emine ile birlikte 5 kişilik bir aileydik…

Babaannem ile dedemi hiç tanımadım. İkisi de bizler doğmadan vefat etmişlerdi.

Babamın babası Mustafa Durgud dedem köyde varlıklı birisiymiş, soyağacı ”Durgud” sülalesi olarak bilinirmiş.

Rahmetli anamın deyimiyle dedem ”Deli Durgud” olarak anılırmış köylüler tarafından.

Durgud dedemizden kalma Evimiz kerpiç duvarlıydı. Çamurla sıvanmış ve değişik renklerdeki toprakla boyanmıştı.

Odaların zeminindeki tahta üzerine hasır, üstünde de kilim serilmişti. Odaların duvar diplerinde, 5 yastık ve 3 minderden oluşan berde takımları kullanılmıştı.

Genellikle odaların kapı arkalarında perde ile kapatılmış üçgen raflar bulunurdu. Duvarlardan biri boydan boya  ahşaptan yüklük dolabı olarak düzenlenirdi. Kalktıktan sonra yataklar buraya konulurdu.

Kışın bizim yattığımız odanın duvarlarından birinde uzun bardak rafı, peçe ve soba borusu bacası olurdu.

Bir başka duvarda ise gösterişli nitelikli eşyanın konulacağı özel raflar ve çiçeklik olarak da kullanılan, evin salonuna bakan küçük bir pencere bulunurdu.

Babamın namazı bitirdiğini gören anam, “kalkın artık, kahvaltı edilecek, ev süpürülecek ve hazırlıklar yapılacak” dediyse de ancak soba iyice harlayınca kalkıp giyindik.

Kara şalvar, evde örülmüş yün kazak ve yün çorap…

İlkbahar başlangıcı Mart ayı olmasına rağmen, sanki Kara kışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Pek görülmeyen bir durumdu…Kar ve tipi yüzünden evden pek çıkamadığımız zamanlardı.

Böyle bir havada neyin hazırlığı yapılacaktı? Anlatmamışlardı yapmakta oldukları hazırlıkları. Sabah kahvaltısından sonra babam ”arkadaşlarla göç hazırlıklarını görüşeceğiz.” Diyerek evden ayrıldı.

-Neyin hazırlığı yapılacak ana ?

-Göç var yavrularım göç...

 Dedi anam.

Göç nedir bilmiyordum ki, anamın söylediklerinden bir anlam çıkaramadım. Mahalle arkadaşlarımla kartopu oynamak için  dışarı çıktım…

19 Mart 1951, Karagözler Köyü…

Evimizdeki gözle görülür göç hazırlıkları üzerine dün akşam babama ‘’neden buradan göçmek zorundayız?’’ sorusunu sorma cesaretini buldum. Kızmamıştı…

Ailenin bütün bireylerini karşısına alarak 1 Mart 1951 günü pasaport ve vize işlemleri için yaptığı başvuruların sonuçlanmış, beş kişilik ailemiz için pasaport almıştı.

Alınan pasaport ve Türkiye Konsolosluğu’nun verdiği vize ile 1951 yılının mart ayında başlamış oluyordu göç serüvenimiz.

Pasaport ve vize işlemleriyle ilgili bilgilerden sonra, ‘’Neden Türkiye’ye göçmemiz gerekiyor?’’ Sorusunu yanıtladı uzunca bir süre.

Anlattıklarından anladığım kadarıyla, bazı Türk ailelerin tarlaları kooperatifleştirme gerekçesiyle ellerinden alınmış, alınmaya da devam ediyordu.

Bulgar yönetimi tarafından bir toprak reformu olarak nitelenen uygulamayla Türkler, kendi topraklarında ücretli isçiye dönüşmüştü.

Yoğun olarak yürütülen din karşıtı propaganda, İslam uygulamalarının fiili olarak yasaklanmasıyla beraber gerçekleşmişti.

Okullarımız ve vakıflarımız devletleştirip eğitim haklarımız engellenmişti. Köyümüzde Türkçe eğitim yapan okullar kapatılmış olduğundan, okuma yazma bilen yok denecek kadar azdı.

Amcam dışında Bulgarca bilen de yoktu. Babamın” Hayta” dediği Mustafa Amcam da Bulgaristan'ın büyük bir bölümünü gezdiği için öğrenmişti biraz Bulgarcayı.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıya kalan Karagözler Köyü yaşayanları kayıpları en aza indirgemek için, kendilerini saklama yöntemini benimsemişlerdi. Saklanmak, asimilasyona uğramış gibi görünmek…

Bağlı bulundukları il Şumnu ve İlçe Preslav ile de bağlantılarını kesmişlerdi neredeyse. Kapalı bir ekonomi sistemi oluşturmuşlardı. Sadece gaz ve tuz gibi üretemedikleri maddeleri almak için gider olmuşlardı şehirlere.

Kapalı bir ekonomi sistemi uygulayan Karagözler sakinleri koyunların yünlerinden giyeceklerini, derilerinden çarıklarını, sütlerinden peynir ve yoğurtlarını yapmışlardı.

Şeker kamışı ve şeker pancarından şeker ve şeker ürünlerini, tarlalarından buğday, arpa ve mısır gibi ürünleri sağlamışlardı.

Yalnızlık duygularını yok etmek için maneviyata önem vermişler ve aralarındaki bağları kuvvetlendirmişlerdi. Kadınları kara çarşafa bürünmüştü görünmemek için. Aralarındaki anlaşmazlıkları yok saymışlardı.

Baskı giderek artıyordu. Din elden gidiyordu, Gelenek ve görenekler görmezden geliniyordu. İnanmış ve samimi bir dindar olan babam ve babam gibiler Bulgaristan’dan göçmenin kurtuluş olacağına inanmışlardı…

Gönüllü göç kararımız Bulgar makamlarınca ''Asimilasyona uğramadık'' beyanı olarak değerlendirilmiş ve pasaport almamız kolaylaşmıştı.

Babam ve babam gibiler için Dinleri ve inançları her şeyin üstündeydi. Dinlerini kurtarabilmek için, bedelsiz olarak mal varlıklarını bırakıp, beş parasız Serbest Göçmen olarak Türkiye’ye göç kararı almaktan çekinmemişlerdi.

Serbest Göçmen olarak gideceğimiz Türkiye’nin bize bakma ve yer gösterme yükümlülüğü olmayacaktı. Zor bir karardı ama verilmişti bir kere. Gönüllü olarak gidecektik Anavatan Türkiye’ye…

28 Mart 1951 Çarşamba, Karagözler…

Göç hazırlıklarının sürdüğü bu günlerde köyde hem hüzünlü hem de tatlı bir telaş olduğunu hissediyorum. Babam çok konuşkan biri olmadığından, olup bitenleri daha çok anamdan öğreniyorum.

Geleneklerimiz uyarınca büyüklerimize, özellikle babalarımıza her şey sorulamazdı. Daha çok analardan öğrenilirdi birçok şey. Komşu kadınlarla yaptıkları sohbetlerde, kulağınız delikse, istediğiniz her şeyi öğrenebilirdiniz.

Köydeki hüzünlü telaşın nedeni Karagözler ’den bazı ailelerin Türkiye’ye göç kararı almış olmalarıydı. Bu karardan ötürü bazı aileler parçalanacaktı.

Bir çözüm bulunmazsa parçalanacaklar arasında birbirine gönül vermiş iki genç de vardı. İki aile uzun süre düşünüp taşındıktan sonra bu iki gencin evlendirilmesine karar vermişti.

Sevinçli telaşın nedeni bu iki gencin evlendirilecek olmasıydı. Anamın komşularıyla konuşmalarından bu sonucu çıkarmıştım.

Düğünlerle ilgili adetler, gelenek ve görenekler daha çok Balkanlarda kök salmış ve sıkı sıkıya korunmuştu. Korunmuştu çünkü tersine dönen göç olaylarında ayakta kalmanın yoluydu gelenek ve göreneklerle inançlarına sıkı sıkıya sarılmak. Doğum kadar kutsal olan Düğün de bunlardan biriydi.

Düğün, düğün öncesi ve düğün sonrası uygulamalar ya da diğer bir deyişle “evlenme süreci”, evlenen çift ve yakın akrabaları için olduğu kadar, üyesi bulundukları toplum ya da topluluk için de son derece önem taşımaktaydı.

Evlilik olayı, toplumdaki bireylerin hayatında önemli bir dönüm noktasını oluşturmaktaydı. Gerek kızın ve gerekse erkeğin sosyalleşme sürecinin önemli bir aşaması oluşturuyordu.

Diğer taraftan aileler arasında kurulan dayanışmayı, toplumsal ve ekonomik ilişkiyi belirlemesi ve düzenlemesi bakımından birçok toplum ve kültürde, doğumdan sonraki en önemli ve en sevindirici olay olarak görülmekteydi düğünler.

Birbirine gönül vermiş iki gencin evlendirilmesi kararı Karagözler ’deki göç olayının oluşturduğu hüzünleri bir ölçüde perdeledi ve yaşama sevincinin artmasına neden oldu.

Düğün hazırlıkları için, özellikle kadınların ve genç kızların tatlı bir telaşa girmelerine neden oldu. Geleneksel başlık parası aileler arasında sorun olmadı. Her iki taraf da anlayışla düğün hazırlıklarına koyuldu. Gelenekler uyarınca damat adayının ailesi kız ailesine, hediyeleriyle birlikte, kız istemeye gittiler.

Hediyeler verilip, gelin adayı tarafından sunulan kahveler ve şerbetler içildikten sonra sohbetin ilk konusu Türkiye’ye göç olayı oldu. Her ne kadar Anavatan olarak bilinse de Türkiye coğrafi olarak yabancı gelecekti göçenlere. Gidenler belki de farklı yerlere dağıtılacaktı. Bulgaristan’dan kopanlar birbirinden de koparılacak mıydı acaba? Sorusu beyinlere burgu gibi giriyordu.

Ortam hüzünlenmeye başlamıştı ki damadın babası araya girerek ‘’Allah’ın emri, Peygamberin kavli ile kızınızı oğlumuza istiyoruz. Rızanız olursa usulüne uygun bir düğün de yapalım elden geldiğince’’ Dedi.

Kız babası bir süre önce kahveleri yapmış olan kızına dönerek ‘’ne diyorsun kızım’’ sorusunu yöneltti. Olumlu baş işaretini alınca da ‘’Hayırlı olsun, bir yastıkta kocasınlar.’’ Dedi. Böylece düğün hazırlıkları da başlamış oldu.

Geleneksel yapıdaki birçok toplumda ‘’Çeyiz’’, damadın başlık parasını ödemek için yaptığı masraflara karşılık, gelin ailesinin bir jesti olarak görülürdü.

Bu değiş-tokuş, taşıdığı ekonomik nitelik dışında evliliğin onanması anlamına geliyor ve iki aile arasındaki dostluğun sağlamlaştırılmasında etkili oluyordu.

Ne var ki ortada bir göç olayı vardı. Gelin ailesi başlık parası üzerinde durmadığı için damat ailesi de gösterişli bir çeyiz hazırlamak yerine zorunlu birtakım giysileri hazırlama yolunu seçtiler.

Perşembe akşamı, komşu köylerden tutulan çalgıcılar davul ve zurnalarıyla bütün Karagözler Köyü sakinlerine düğün kararını duyurarak hazırlıklar başlatılmış oldu. Havaların dondurucu soğukları ve yarım metreye yakın kar bile yumuşamıştı bu karar karşısında.

Gelin evinde ‘’Kına Gecesi’’ telaşı vardı. Kına yakmak eski İslam geleneklerindendi. Kınanın eşleri birbirine sevgili yaptığı, bir ömür boyu aşklarının devamını sağladığı inancı vardı.

Ayrıca kınanın evlenecek çiftleri nazardan ve kötülüklerden koruyacağına inanılmaktaydı.  Kına gecesine gelin ve damadın yakın akrabaları ve arkadaşları katılırdı. Kına ile birlikte, düğünün başladığı anlamına gelen bayrak asılmıştı.

Geleneklere göre Kına Gecesi olarak belirlenen gece, Kız Tarafı için hüzünlü ve kahırlıydı çünkü genç kız artık yuvadan uçmaktaydı. Hele yuvadan uçmakta olan kız Karagözler ’den Türkiye’ye uçmak üzereyse kız tarafının hüznü katmerlenmekteydi.

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,

Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler. “ 

Türküsü daha bir duygulu söyleniyordu kına gecesinde. Bereket gözyaşları sel olmasın diye Kına gecesine katılan kadınlardan bazıları “zilli maşa” ile gönül açıcı bir türkü tutturmuşlardı da ortalık biraz neşelenmişti. Bir süre sonra ailesinden ve Karagözler ‘den kopacak olan gelinin gözyaşlarına boğulması önlenmişti.

Kına gecelerinde söylenen türküler ağır tempolu ve hüzünlü sözlü olabildikleri gibi, arada neşeli ve oynak türkülerin de söylendiği, davetlilerin gelini neşelendirmeye çalıştıkları görülen uygulamalardandı.

Kız evindeki hüzne karşılık Erkek Evinde tam bir eğlence ve sevinç akşamı olmaktaydı genelde. Erkek evinde türküler söylenip oyunlar oynanmaktadır. Gelin alabilmenin sevinci ve heyecanı Erkek Evindeki tüm “hısım akraba”, dost-arkadaş davetlileri sarmış olduğundan geç vakte kadar eğlenceler sürerdi.

Ne var ki gelinin ailesinden ve köyünden koparılmış olmanın hüznü erkek evini de etkilemişti.

Çalgıcıların cuma günü öğle vakti davul ve zurnalarını çalarak Erkek Evine gelmesiyle düğün hazırlıkları hız kazanmıştı. Konukları damadın annesi karşılamış ve kendilerine havlu, peşkir, gömlek gibi “bahşişler’’ vermişti.

Yöresel oyun havaları çalarak Erkek evine gelen çalgıcıları damadın yakın arkadaşlarından biri gözetip, yönlendiriyordu.

Derken ezan sesi duyuldu ve davullarla zurnalar sustu. Aklı eren bütün erkekler Cuma namazını eda ettikten sonra, köy halkınca özel bir saygı ifadesi olarak kabul edilen “düğüne çalgıcıyla çağırma” geleneğini yerine getirmek için çalgıcılar cami önünde yerini almışlardı.

Karagözlüler davul ve zurna eşliğinde düğün evine gittiler. Akrabalar ve komşular tarafından Düğün evine getirilen börekler, çeşitli tatlılar ve baklavalar, müzik eşliğinde yenildi, içildi ve dualar edildi.

Cuma akşamı, damat ve arkadaşları davulların eşliğinde köyün berberine gittiler ‘’Damat Tıraşı’’ için. Damat tıraş edilirken, adet olduğu üzere çalgıcılardan biri “tokmak kırıldı” diyerek birden davul sesini kesti.

Davulların çalınmasının sürmesi için damadın bir miktar para vermesi gerekmişti. Davullar tekrar çalmaya başladı.

Damadın en yakın arkadaşlarından seçilen Sağdıcın tıraşı, damat tıraşının hemen ardından yapılmıştı. Daha sonra da sırasıyla tüm yakın akrabalar tıraş edilmişlerdi.

Damat tıraşından sonra yine çalgıcılar eşliğinde Erkek evine gidilmişti. Gençler arasında geç saatlere kadar süren bir eğlence, yaşlıların toplandığı kahvehanede son buldu.

Cumartesi günü öğleden sonra civar köylerden özel olarak bayraklarıyla gelen davetliler, davul-zurna eşliğinde köy meydanından alınıp Erkek Evine götürülmüşlerdi. Geleneksel olarak hazırlanan bu “bayraklar, davetlilerin Erkek Evine karşı olan saygılarının birer göstergesi sayılmaktaydı.

Genellikle uzun bir sopanın ucuna, uzunluğu 3 metre ile 10 metre arasında değişen havlu ya da beyaz peşkir bağlanarak oluşturulan “bayrağın” tepesine çiçeklerden yapılmış süslü bir taç ya da gösterişli bir demet takılmaktaydı.

Düğün Evine gelen “bayraklar”, herkesin görebileceği şekilde avluya dizilmişti. Bu bayrakların dışında büyük ve süslü bir bayrak Erkek Evi tarafından hazırlanmakta ve evin samanlığının tepesine dikilmekteydi. Bu bayrağa, “Düğün Bayrağı” adı verilmekteydi.

Osmanlı döneminde bu bayrak genellikle Ay-yıldızlı Türk Bayrağı olarak karşımıza çıkmaktaydı. Bulgaristan’da yıllardır Türk Bayrağının taşınmasının yasak olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, söz konusu “bayrak taşıma” geleneğinin böyle bir değişime uğrayarak simgeleştirildiği düşünülebilir.

Cumartesi akşamı oldukça büyük bir sundurma altındaki sedirler üzerine imece usulüyle hazırlanan yemekler yendikten sonra dualar edildi ve evlenmekte olan gençlere ömür boyu mutluluklar dilendi.

Gelin evinde de takı takma töreni gerçekleşmişti. Takı töreninden sonra erkek tarafı davul ve zurnaların eşliğinde gelini baba evinden alıp koca evine götürdüler.

Gelecekte oturacağı evin eşiğinden içeri adımını atması için kaynanası tarafından ikna edilmeye çalışılan geline hediyeler sunuldu. Bunları kabul eden gelin kaynanasının elini öperek teşekkür ederek eve girdi.

Havanın kararması ile birlikte evde dini nikâh kıyıldı. Saat 22.00 sularında gençlerin, yalnız bırakılarak “Gerdek Gecesine” girmeleri uygun görülmekteydi.

Geleneksel olarak gelinle damadın bir araya geldikleri ilk gecenin başlangıcında yatak odasının kapısından içeri girmek üzere olan damadın sırtına, yakın arkadaşları, biraz da şaka ile karışık, hafifçe vurarak içeri itmişlerdi. Bu âdete “Damat Kapama” adı verilmekteydi.

Gelinin duvağını açmadan önce, damat tarafından “Yüz Görümlülüğü” adı verilen ve genellikle altın kolye ya da bilezikten, herhangi bir ziynet eşyasından oluşan hediyenin, verilmesi adettendi.

Bütün gelenek ve görenekler yerine getirilmiş ve birbirine gönül veren iki genç kavuşturulmuştu. Bu mutlu son hiç olmazsa birkaç gün hüzünlü göç olayını Karagözlülere unutturmuştu.

23 Nisan 1951 Pazartesi, Karagözler Köyü…

Dondurucu bir sabahın erken saatlerinde göç telaşı başlamıştı…Dışarıda şiddetli bir ayaz vardı.

Karagözler’ den, atalarımın 600 yıldan fazla kaldığı bu bölgeden ayrılıyorduk...

Anamın seslenmesine fırsat vermeden erkenden kalkmış, iç avludaki tuvalete gitmiş ve elimi yüzümü yıkamıştım.

Kardeşlerim de tuvaletlerini yapıp sıkıca giyindikten sonra, Karagözler’ deki son kahvaltımızı yaptık.

Babam akşamdan yaptığı denkleri dışarı çıkarmaya başlayınca ben de yardımına koştum. Denklerde yatak, yorgan, kilim, bazı ev eşyaları ve kap kacak  vardı.

Büyük kasalı üstü açık bir kamyon, göç kararı almış ailelerin önünde sırasıyla durarak, denklerin yüklenmesini bekliyordu. Kamyon kasasına denkler yerleştirildikten sonra, ayazdan korunmak için, kilimlerden çadır konut gibi bir düzenleme yapıldı.

Sıra köyde kalanlarla vedalaşmaya gelmişti…

Karagözler ’de kalanlarla göç edenler gözyaşları içinde sarıldılar birbirlerine. Aileler parçalanıyordu. Öyleydi çünkü aynı ataerkil aileden bazıları kalıyor, bazıları gidiyordu. Son derece hüzünlü ve duygusal bir vedalaşma gerçekleşiyordu.

‘’Aman bizi unutmayın, yerleşince bize ulaşmanın bir yolunu bulun.’’ Diyenler. ‘’Belki bir daha görüşemeyiz, hakkınızı helal edin.’’ Diye helallik isteyenler kopamıyorlardı birbirinden.

Göç en çok da benimle yaşıt olan çocukları etkilemişti. Mahalle arkadaşlarımızdan ayrılıyorduk. Gideceğimiz yerde yeni arkadaşlar edinebilecek miydik?

Sarıldıklarımızdan bir türlü ayrılamadığımız gören Halil dedem ‘’Ayrılın artık birbirinizden, yolcu yolunda gerek. Üstelik ayaz var.’’ Dedikten sonra yaklaşık 10 aile Şumnu tren istasyonuna götürmek üzere bizi bekleyen kamyonun bindi.

Kamyon kasasının en korunaklı yerine yaşlılar ve çocuklar yerleştirildi. Sonra kadınlarımız, en arkaya da ailelerin büyükleri yerleşti.

Kamyonun hareket edince koyunlar sokulduk birbirimize, ısınmaya çalıştık yolculuk boyunca…

Oldukça korunaklı giyinmemize rağmen, köyümüzle Şumnu arasındaki 55 km’lik yol boyunca, yüzümüze vuran rüzgâr ve her tarafımıza işleyen ayazdaki rüzgârla donmamak için biraz daha sokuluyorduk birbirimize.

Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra, saat 16’da Şumnu tren garına ulaştık. Gar ana baba günüydü. Karagözler dışında, diğer köylerden gelenlerle birlikte 700-750 kişilik bir göçmen grubu vardı.

Ayazın iliklerimize işlediği yolculuk boyunca, Şumnu’da trenlere bindiğimizde ısınırız diye avutmuştuk kendimizi. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymamıştı.

İlk göçmen kafilesini götüren tren kalkmıştı. Yeni bir kara tren tahsis edilinceye kadar bekleyecektik…

Göç yolculuğunun daha ilk aşamasında karamsar bir ruh haline girmiştik, girmiştim…

24 Nisan 1951 Salı, Şumnu…

Dün saat 16’da gelmiştik Şumnu Tren Garı’na. Yaklaşık 8 saat bekledikten sonra bize tahsis edilen kara tren girmişti gara. Vagonların çarpışmasıyla ortaya çıkan sesler üzerine herkes gibi ben de uyandım. Sabahın erken saatleri. Saat üç buçuk dört olmalı...

8 saat bekletilme işkencenin şekil değiştirmiş biçimiydi. Ne çare ki düşmüştük yollara. Özgürlük oldukça pahalı bir edinim olmalıydı. Bedel ödenmeliydi…

Bekleme süresince anamla en küçük kardeşim Şaban’ın sürekli öksürükleri dikkatimi çekmişti. Özellikle anamın durumu kötüye gidiyor gibi geldi bana.

Isınmalıydık...Özellikle kardeşlerim ve anam ısıtılmalıydı.

Kadınlar ve çocuklar Gar bekleme salonunda koyunlar gibi birbirimize iyice sokularak ısınmaya çalıştık. Yetişkin erkekler ve aile reisleri de kendilerine uygun korunaklar bulmaya çalıştılar.

Gar ışıklarının yanı sıra gökteki yıldızlardan da gelen ışıkların ve korkunç ayazın sürdüğü salı günü saat iki buçuk üç sularında gelen kara trenin yük vagonlarına çok sınırlı bir zamanda yerleşmemiz istendi.

Çok üşüdüğümüz için ivedilikle vagonlara attık kendimizi. Yetişkin erkekler ve babalarımız evlerimizden yanımıza alabildiğimiz eşyalarımızla ilgileniyorlardı.

Ne var ki yaşlılarla küçük çocukların vagonlara yerleştirilmeleri nedeniyle eşyalara ayıracak pek fazla zaman bulamamışlardı. Onlarca ailenin eşyaları düzensiz ve rasgele yerleştirilmiş, bu düzenleme sırasında kıymetli bazı eşyalar kaybolmuştu.

Babalarımızın konuşmalarından, bazı kıymetli eşyaların istasyondaki görevlilerce alındığını anlamıştım.

Kaybolan denkler ve eşyalar konusu nedeniyle ancak saat sekiz civarında yolculuk başladı. Uyku tutmamış, içim içime sığmıyordu. Bir an önce, herkes gibi ben de Türkiye’de olmak istiyordum. Şimdilik beklentimiz, özgürlükten çok, ısınacağımız bir yere ulaşmaktı. Hiç olmazsa dondurucu ayazlardan kurtulmayı umuyorduk…

Ne zordu göçmen olmak, diye düşündüm…

26 Nisan 1951 Perşembe, Edirne…

Geldik…Geldiiik…Nihayet Anavatandayız…

Sözleriyle gözlerimi açtığımda trenimiz hız kesmiş, Edirne Karaağaç Garı’na girmek üzereydi.

Şumnu Edirne arasındaki yaklaşık 300 kilometrelik yolu 24 saatte tamamlayarak Anavatana giriş yapmıştık. Hem bizler hem de bizleri karşılayanlarla birlikte sevinç çığlıkları atılıyordu.

Bayram çocuklarına dönmüştük aile büyüklerimizle birlikte…

Başta babam ve Halil dedem olmak üzere, trenden inenler hemen yerlere kapanıp, toprağı öptüler. Toprağı öptüler dediğime bakmayın, kar vardı. “Şükürler olsun vatanımız geldik, dinimiz kurtuldu, esaret sona erdi…” diyerek yüzlerini toprak yerine karlı yerleri öptüler.

Öncelikle yaşlılar, kadınlar ve küçük çocuklar kamyonlarla acilen Edirne Göçmen Misafirhanesine gönderildiler. Anamla en küçük kardeşimiz Şaban da gönderilenler arasındaydı.

Yatak, yorgan ve kap kacaktan oluşan denklerimiz vagonlardan indirilip, gardaki depolara istiflendi. Ardından bizler de misafirhaneye götürüldük.

Muhacirhanede kahvaltı yaptırıldıktan kısa bir süre sonra, başta hastalık belirtisi olanlar olmak üzere, herkes sağlık kontrolü için sıraya girdi.

Muhacirler ayrıntılı bir muayeneden geçirilerek tüberküloz, soğuk algınlığı, ishal ve kızamık gibi bulaşıcı sağlık sorunlarının olup, olmadığı araştırılıyordu. Hastalık teşhisi konulanlar revire gönderildi.

Yolculuk boyunca öksüren ve oldukça halsiz düşmüş olan anam da revire gönderilenler arasındaydı.

Henüz iki yaşını bitirmiş olan kardeşimiz Şaban anamdan zor ayrıldı. Cemile Teyzem ve Fatma nenem zorla anamdan ayırdılar Şaban’ı…

27 Nisan 1951 Edirne...

Bugün kimlik bilgilerimiz yeniden düzenleniyor. Başta soyadlarımız olmak üzere, meslek ve yerleştirileceğimiz yerler yer alıyordu yeni kimliklerimizde.

Balkanlardan gelen muhacirlerde, aile reisi babasının adını soyadı olarak kullanmaktaydı. Oysa Türkiye’de Soyadı Kanunu uyarınca baba adı soyadı otomatik olarak alınamıyordu.

Bulgaristan'dan kurtulmanın şerefine, Halil dedem ailesine ‘’Kurtuldu’’ soyadını aldı. Babam, Bulgar mezaliminden kurtulmak için yaptığımız göçü bir akın olarak değerlendirmiş olacak ki ailemize ‘’Akıncı’’ soyadını aldı.

Edirne'ye girdiğimizde ''Ahmet Mustafa Durgud'' ailesiydik.

Bundan böyle Ahmet Akıncı Ailesi olarak Türkiye'de yer alacaktık. ''Ahmet Mustafa Durgud'' Ailesi yok olmuş, ‘’Ahmet Akıncı’’ Ailesi olarak ortaya çıkmıştık. Bütün ailelere verilen muhacir kağıdıyla da resmileşmişti.

Yeniden doğmuştuk aslında. Yeniden doğmuştuk ama soyağacımız yok olmuştu yeni kimliklerimizle. Yeni kimliklerimizdeki soyağacımız babamıza kadar gidiyordu. Baba ve ana tarafının soyağacı yok edilmişti yeni düzenleme ile...

27 Nisan 1951 Cuma günü, Tarım Bakanlığı Edirne Toprak ve İskân Müdürlüğü tarafından, 27 Nisan 1952 tarihine kadar geçerli olmak ve doğum kâğıdı yerine geçmek üzere, bütün Karagözlülere muhacir kâğıdı verilmişti.

Yine aynı kurum ve aynı tarihli Tabiiyet Beyannamesi'nde iskân şeklimizin serbest göçmen olduğu, adres olarak da Maraş İlinin gösterildiği görülüyordu.

İki gece konakladığımız Edirne Göçmen evi 360 kişilik kapasitesine karşın, yaklaşık 800 kişiyi oldukça kötü koşullar altında barındırdı. Başka seçeneği de yoktu. Yoktu çünkü sürekli muhacir geliyordu Bulgaristan’dan.

Muhacirhane doktorları, yolculuk boyunca öksürmekte olan anamda, o günlerin deyimiyle, ‘’ince hastalık’’ başlangıcı bulmuşlardı.

Sağlıksız ve dondurucu soğuklarda, balık istifi yolculuk sırasında, mikrop taşıyan bir başkasından kapmış olmalıydı anam hastalığı.

İnce hastalık olarak da bilinen ‘’verem’’ Ana’ma enfeksiyon kaynağı başka bir hastanın öksürmesi sonrasında, havada asılı kalan verem mikrobunun geçmesiyle geçmişti. Sağlıklı birinin havada asılı kalan mikrobu soluması hastalanması için yeterliymiş. Öyle söylemişler revirdeki doktorlar babama.

Hastanede ilk iki ayda ağızdan alınan 4 tür ilaç ve hastane sonrasındaki 4 ayda da iki tür ilaç ile toplam altı ay süren tedavi uygulanması gerekiyormuş.

Tedavi aksatılmadan düzenli ilaç kullanıldığında, hasta taşıyıcı olmaktan çıktığı gibi, hastalık tamamen iyileşirmiş. Bu nedenle anamın en az iki ay süreyle hastanede kalması gerekiyormuş.

Bu durumda babam da Edirne'den ayrılamayacak, ana yanında refakatçi olarak kalacaktı. Biz üç kardeş Halil dedemlerle Maraş'a gidecektik. Bu ayrılık 2 yaşındaki kardeşimiz Şaban için çok zor olacaktı...

Sahi; Maraş nerede, nasıl bir yerdi acaba?

29 Nisan 1951 Pazar sabahı, Edirne…

Birden acı bir çığlık kopmuştu.

‘’Anamı isteriiiim… Onsuz bir yere gitmeeem… Anamı isterim anamııı.’’

Diye. Çığlık çığlığa ortalığı birbirine katan iki yaşındaki üç numara olan kardeşim Şaban’dı…

Maraş yolculuğu başlamadan önce ‘’ince hastalık’’ teşhisi konularak revire yatırılmış olan anamı ziyarete gitmiştik. Birkaç ay tedavi görmesi gerektiğini söylemişti doktorlar. Babam da anamla Edirne Muhacir Misafirhanesi hastanesinde kalacaktı.

Ne olur ne olmaz diye anam Şaban’ı kucağına almadığı gibi öpmek de istememişti. Kucağa alınmayan ve öpülmeyen Şaban huysuzlanmış, ayrılma saati geldiğinde anasının yatakta kalmasını kabullenememiş ve basmıştı çığlığı.

İki yaşındaki kardeşim Şaban’ın tepkisi anasız yollara çıkacak olmasınaydı…

Çığlık çığlığa tepinmekte ve ağlamakta olan kardeşimizi Cemile teyzemle anneannem güçlükle yatıştırdılar. Çocuklarla arası oldukça iyi olan Kerim dayım da ilgisini dağıtmakta teyzeme yardımcı oldu.

Bu arada anam ağlamaya başlamış, babam da gözyaşlarını göstermemek için bize arkasını dönmüştü.

Gözlerim yaşarmış, haykırarak ağlamak üzereydim ki kendi kendime ‘’Metin ol Mehmet, babam anamla kalacağına göre aile reisliğini sen üstleneceksin. Ağlamamalısın.’’ Dedim ve gözyaşlarımı sildim.

Bir hafta içinde hayatımız nasıl da değişmişti…

Yaklaşık bir hafta önce Karagözler‘ deki komşularımız ve çocukluk arkadaşlarımızla hüzünlü vedalaşmalardan sonra şimdi de anam ve babamla vedalaşmak zorunda kalıyorduk.

Üstelik Halil dedemlerle hiç bilmediğimiz bir yere, Maraş Elbistan’a gitmek üzere ayrılacaktık Edirne’den.

Halil dedem, dayılarım ve kardeşlerim ve bazı köylülerimizle birlikte Maraş İli Elbistan kazası köylerinden birine yerleştirilmek üzere yola çıkarılacaktık.

Amcamla ailesinin Antalya taraflarında bir yere, halamların da Tokat taraflarında bir yere gönderildiğini öğrenecektim sonraki yıllarda.

Yolculuğumuz bilinmeyen yerlere ve bilinmeyen bir geleceğe doğru başlıyordu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder